Geleceğin güçlü Türkiye’si için politikacıların ağzından çok şeyler dinledik. Politik çıkarlara dayanan bu desteksiz atıp- tutmalardan bugüne kadar ülke ne kazanmış ise bundan sonra da daha âlâsına varacak değildir. Hiçbir araştırma ve dünya görüşüne dayanmayan varsayımların, vaatlerin geçerli bir yönü olsaydı, kalkınmışlık seviyesine yükselen ülkelerle aynı seviyede olurduk.
Siyaseti çıkar merdiveni şeklinde kullanmayı örf haline getirenler, ülkeye en büyük kötülüğü yaptıklarının belki farkında bile değillerdi. Siyasetle uğraşanların ellerine geçirdikleri fırsatları kullanmadan ve köşeyi dönmeden meydanı terk etmesi pek nadir görülür. Doğru çalışanlar ise önce yakın çevresi tarafından “aptalın teki” olarak tanımlanmaktan kurtulamaz.
Örfi hırsızlık toplumumuzca hem tel-in, hem de takdir edilir. Bu korkunç çelişkinin ve zihniyet bozukluğunun ortaya koyduğu tahribatı (yıkımı) düşmanların topu- tüfeği- bombası yapamaz. Bir defa zihinlerde yerleşmeye görsün, kademe kademe her yere yayılır. Millete hayatı zehir eder. Dürüstlük ve fazilet hissi toplumdan uzaklaştıkça en uysal ve hoşgörü sahibini dahi çıldırtır. Şer güçler ve gizli düşmanlar milleti birbirine boğazlattırıp vatanı param parça ederler. Tıpkı vücuda giren mikropların çoğalıp, insanı öldürmesi gibi.
Politik rekabetin entrika şekline dönüşmesiyle milletin sağduyusu ve devletine olan güveni yıkılır. Gizlemeye gerek yok; Çok partili döneme geçtiğimiz 1945, aynı zamanda fasit daireye girişimizin de başlangıcıdır. Olaylara göz attığımızda her birinin altında, halkın nefretinin kıyasıya istismar edildiği tahrikler ve iki yüzlülükler vardır. İşte demokrasi maratonu bu zihniyet içinde başlatılmış, aynı kafa yapısıyla ile de sürdürülmektedir.
Bugün etrafımıza dikkatle baktığımızda bizi çok gerilerde bırakan Uzak- Doğu ülkelerini görürüz. Çok üstün coğrafya avantaj ve kültür mirasına sahip ülkemiz hala neden batının korumacılığına bel bağlamaktan kurtulamıyor?
1853’de batılı müttefikleri ile Kırım topraklarına girerek Rus ordularını bozguna uğratan Osmanlı ordusunda çok değerli komutanlar vardı. Lojistik sorunların çözülmesiyle zafer ordumuzun oldu. Türkiye’nin batı ittifakı içinde yer almasının ilk adımı olan Kırım savaşlarını, siyasi ve askeri alanda vesayet altına alınmamızın da başlangıcı sayabiliriz.
Ekonomisini ve maliyesini iç- dış sömürüden kurtaramayan Osmanlı devleti, gırtlağına kadar borçla battığı halde ne savaşmaktan vazgeçmiş, ne de vasi arama illetinden kurtulabilmiştir. II Abdülhamit Avrupalılara karşı yeni bir siyaset ortaya koyabilmiştir. 1877 savaşında yenik düşen devleti bir daha savaşa sokmamış, eğitim, maliye ve ulaşımı kontrol altına almayı kısmen başarabilmiştir. Hazineyi güçlendirerek, Duyun-i Umumiye alacaklısı devletlerin gereksiz engellemelerine fırsat vermemiştir. Sanayinin ihtiyacı olan eleman açığını kapatabilmek amacıyla birçok meslek okullarının açılmasını sağlamıştır.
Abdülhamit sonrası denge yeniden bozulmuştur. Balkan ülkelerini üzerimize kışkırtanlar uzaktan seyrettiler. Kendine yeni bir vasi arama gayretinde ki Osmanlı yönetimi bu sefer karşısında Almanya’yı buldu. Güçlü harp sanayisi olan Almanya, Osmanlı’ya yeşil ışık yakmayı tam zamanda başarmıştır. Sonu malum. Yıkılan imparatorluğun tepesine üşüşen akbabalar, hep eski müttefiklerimiz ve güya dostlarımızdı.
Cumhuriyet dönemi başından 1945 yılına kadar Türkiye vesayet altına girmemekte kararlıdır. Onurlu bir devlet olma niteliğini koruyan siyaset izlendi. İkinci dünya savaşına girmemekle beraber bozuk ekonomisine yeterince yön verememiş, adeta savaşa girenler kadar ülke yıpranmıştır.
Savaşın galipleri arasında yer almakla birlikte, büyük engellerle karşılaşan Türkiye, sonunda ikiye ayrılan ittifakın doğu bloğundan gelebilecek tehlikelere karşı, batı bloğuna yanaşarak yavaş, yavaş ABD vesayetini kabule mecbur kılınmıştır. 1946’da kurulan DP, her ne kadar halkın desteği ile iktidar olmuşsa da, bu destek ona istediği gücü vermeye yetmiyordu. ABD yönetimi Türkiye’den gelen yardım taleplerini kendi siyasi ve askeri çıkarları doğrultusunda kullanmıştır. 1946- 1950 arasında ihtiyatlı davranılmamıştır. 15 Mayıs 1950 seçimleriyle başa geçen DP, güçlü müttefikinin kucağına öyle atlamıştır ki, ABD için bundan daha iyi bir vesayet ortamı olamazdı.
Bundan sonra siyasete atılıp da büyük oynamaya karar verenler önce Amerika ziyareti yapacak, önemli kişilerle görüşecek ve destek arayışında bulunacaktı.
DP iktidarının gözden düşmesinin en büyük nedeni, sürekli para dilenme alışkanlığını terk etmemesi, ordunun silah ve cephane temininde NATO’dan beklenti içinde olmasıdır. O kadar ki, elimizin altında ki silah fabrikalarını bile ABD’nin bir kuru vaadiyle kapatıverdik. Tam bir öngörüsüzlük.
Dünyaya her fırsatta demokrasi dersi veren ABD yönetimi, işine gelmeyen bütün iktidarları çökertebilecek güce sahipti. Türkiye’de zamanla bu fasit dairenin içine girdi. Bize yapılan ekonomik ve askeri yardımlar, hak edilenlerin yanında bir hiçtir. Tekstil ithalatında Türkiye’ye ayırdığı kota limiti bile, bize yaptığı ihracat veya ülkemizde üreterek sattıkları karşısında büyük haksızlıktır. Anlaşmalı olarak yaptığı ve ikide bir budadığı yardımlarla, bizi yıllardır sırtında taşıdığı müttefik olarak tanımlaması bile hakaret seviyesindedir.
Dünya siyasetinde her ülke üzerinde ağırlığını kolayca koyabilecek pozisyona sahip ABD yönetiminin tavrı, bizi daima olabildiğince dışarıda tutma şeklinde gerçekleşmiştir. Günümüzde bile durum daha da olumsuz boyutlarda devam etmektedir.
Bizimle olan siyasetini şimdilerde Ermeniler ve Rumlar üzerinden yürüterek şekillendirmektedir.
Türkiye’yi yönetenler arasında Amerika köleliğinden onur duyanlar hiç de az değildir. Bir milletin haysiyetiyle siyasetçiler üzerinden böyle oynanırsa, sonuçlarına da katlanmak zorunda kalınır. Bu fiyaskolu siyaset anlayışından mahcup olup da ders çıkartan henüz bulunulamadığı içindir ki, kamuoyundan özür dileyen siyasetçiye rastlamıyoruz.
Dış siyasetteki onur kırıcı davranışların, parlamento ve toplum hayatımızı da etkilediği gözden kaçırılmamalıdır. Çıkar peşinde koşan siyasiler gruplaşarak, avantaya dayalı kanun taslakları hazırlamada sakınca görmüyorlar. İş ve ticaret hayatımızda ise ar ve haya duygusu yitirilmiştir. Yabancı kazığına göz yumulması olağan görülmektedir. Zira düşünülmesi gereken tüketicilerin korunması değil, iş yapanın cebidir.
Türkiye’de ticari hayat henüz kurumlaşmasını tamamlamadan serbest piyasa ekonomisine girilmiştir. Üretici de, tüketici de kendi kaderleri ile baş, başa bırakılmışlardır.
Osmanlı devletini cesur ve akıllı insanlarımız kurup yüceltti. Korkak ve cahiller de o koca devleti küçülttü ve sonunda düşmanlara teslim etti. İstiklal savaşımız cesaretin ve yürekliliğin eseridir. Yabancıların yardımı olmuştur ama asla tezellül (aşağılanmak) gösterilmemiştir. Lozan konferansı başarılı kabul edilse de, düşmanı sadece cepheden tanıyanlar, yuvarlak masa başında ki düşmanlığa karşı yeterince başarılı olabildikleri konusunda kimi çevrelerce şüpheler vardır. Atatürk’ün de doğum yeri olan Batı Trakya’nın ve Ege adalarının alınamaması ardında, umarım bazı korkaklık ve kasıtlı niyetler yoktur diye içim, içimi kemiriyor. Yıllar sonra Hatay davası üzerine gidilerek anavatana kazandırılması ise büyük bir cesaret örneğidir. Fransızlara karşı kazanılan bu stratejik başarı, İngilizlere karşı da kazanılabilse Musul ve Kerkük gibi eyaletler de bugün sınırlarımız içinde olabilirdi.
Türkler, savaş meydanlarında ki kazanımlarını, diplomaside başarıya dönüştürmede biraz deneyimsizlik, biraz da büyük bir imparatorluğa sahip olma ve mazluma karşı gururlu davranmama tevâzusu ile aynı ölçüde gösterememiştir. Kendilerine fırsatçı, fesat, korkak ve katliamcı namı yakıştırılmasına asla izin vermemişler. Halbuki bazı toplumlar, bunları kendilerine mağduriyet yaratma vesilesi olarak kullanarak, diplomatik ve siyasal başarılar elde etmeye çalışmışlardır. Örneğin Ermeniler soy kırım masalıyla dünya halklarının ve hükümetlerinin ülkemize karşı tavır almalarına neden olmaktadır. Yahudiler de kendilerine verilmiş topraklarda genişlemeci politikalar uygulayarak, yerleşik halklara kan kusturup daha fazla toprak kazanmak amacıyla Filistinlileri yerlerinden ederken, “korkak Yahudi” olarak yayılan anlayış ile kavga etme gereği bile duymamışlardır. Bulgarlara karşı da benzer pasif tutumlar yüzünden adamları cesaretlendirmedik mi?
Her hal-ü kârda anlaşmalarla gerçek hakların koruma altına alınamadığını/ alınamayacağını bilmem anlayabildik mi? Bence buradan anlamamız gereken; Politikada başarının yarısı, yerinde ve zamanında blöfe başvurmak, dik duruş yerine gerektiğinde sabırla esneklik ve kıvraklığı gösterebilmektir.
Atatürkçüler onun sahip olduğu bu taktiğine neden sahip çıkıp da anlayamıyorlar?
Bu yüzden; “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesinin hemen yanı başında blöf ve karşı koyma da vardır. Türk dış politikasının dinamik bir yapıya kavuşabilmesi için Atatürk’ün anlayışına göre köklü bir reforma kavuşturulmasına ihtiyaç vardır.
Ülkemizi temelinden sarsan musibetlerin bir diğeri de ciddiyetsizliktir. Gelip geçmiş hükümetlerin hiçbiri son elli yıldan beri içte ve dışta saygınlık ve güven ortamı yaratamamıştır. Gerek hizmeti yapan kurumlar, gerekse ekonomiyi oluşturan üretim ve ticarette, hatta kültürel faaliyetlerde çok şey ciddiyetini yitirmiştir. Böyle bir umursamazlık dünyanın en güçlü ülkesini dahi kısa sürede çökertmeye yeter.
Devletimiz ne malına sahip çıkıyor, ne de vatandaşın malına. Sonu gelmeyen yağmalara ve hırsızlıklara karşı kimsenin kılı kıpırdamıyor. Rüşvetin, nüfus baskısının, entrikanın sokulmadığı kıyı bucak kalmadı. Son yılların bilgisayarlı işlemleri dahi bu fasit daire içine düşmüştür. Bilhassa İstanbul’da su, elektrik, telefon, havagazı gibi kuruluşlardan vatandaşa gelen faturalarda korkunç bedeller talep edilmektedir. Bazen buralarda bile hatayı rüşvet düzeltmektedir. Aksi halde “bilgisayar hata yapmaz” savunması yapılır. Şikayetinizi dinleyecek bir makam da bulamazsınız.
Büyükşehirlerimizdeki açık pazarlar tam bir rezalet ve ilkellik tablosudur. Vatandaşlara adeta kazık atılır, sorgulayan olursa hakaret edilir. Bir yabancının bizi anlaması için beş dakikalık Pazar ziyareti yeter. İnsan sağlığının ve haysiyetinin bu derece horlandığı bir örneği hiçbir medeni ülkede görmek mümkün değildir.
Hülasa, milletimiz yıllardır hakkın, adaletin, dürüstlüğün ve terbiyenin özlemini çekmektedir. Güven ve huzur ortamı kurulmadıkça, parazit gibi yaşama alışkanlığına son verilmedikçe, demokrasi ve egemenlik ilkeleri gibi Fransız ihtilalinden kalma lafları tekrar etmenin hiçbir yararı olmayacaktır.
Milyonlarca insanımız batılı ülkelerdeki işgücü ihtiyacı için Avrupa ülkelerine akın etti. Kendisi bir kazandıysa, onlara beş kazandırdı. Bizdeki derbederliği, kopukluğu orada gördüler mi? Aksine bazıları gördükleri disiplin ve düzenden öyle büyülenmiş ki, vatandaşı olmak için adeta yarış içine girdiler. Meselenin sadece para kazanmak olduğunu düşünmüyorum. Onları vatanından koparan his bence gördükleri disiplin, huzur ve güvence ortamıdır. Bizim de gerçek kalkınmamız ancak böyle bir toplum ahlâkına sahip olmamızla mümkün olacaktır.
Beğenilmeyen taraflarımızı hatırladığım kadarıyla ortaya dökmeye çalıştım. Türkiye’nin emin ellerde ilerlemesi için bütün bunları terk etmesi yeterlidir. Evet hepsi bu kadar basit ve kolaydır.
Kurtuluş savaşı sonrası Türkiye’nin siyasi varlığını yeni bir hüviyetle uluslararası platformlarda kabul ettirmesi gerekliydi. Büyük bir imparatorluğun, küçük bir bölümünde kurulan genç Türkiye Cumhuriyetinin nasıl bir siyasi karakter benimseyeceği bilhassa emperyalist ülkelerin dikkatini üzerimize çevirmişti. Anadolu’yu yıllarca zulüm ve ateş çemberine çevirip harabeye dönüştürenler, Lozan anlaşması imzalanırken bundan sonra bizimle dost kalacakları imajını vererek toplantıdan ayrılmışlardı. Genç devletin hazinesi yıkılanları onaracak, aç ve sefil halkı doyuracak güce malik değildi. Buna rağmen eski düşmanlarından yardım talebinde bulunulması da asla düşünülemezdi.
Savaştan galip çıkmasına rağmen alacağı harp tazminatlarıyla kısmen zararını tazmin edebilme şansı olsa da bu da gerçekleşmedi. Yunanistan’dan harp tazminatı alamadığımız gibi Doğu Ege adalarından karasularımıza yakın 4-5 adayı dahi kurtaramadık. Çünkü destekçileri arkasındaydı. Yeni devletin elde yok, avuçta yok bunlarla uğraşabilecek ve yeni krizlerle boğuşabilecek takâti kalmamıştı. Bunlar gelecekte başımıza büyük dertler açabilirdi halbuki.
Mustafa Kemal Atatürk ve çevresindekiler yeni rejim için kapsamlı bir devrim yapmanın zaruretine inanıyorlardı. Çağdaş dünyaya ayak uydurmadan kalkınmanın mümkün olamayacağına inanan bazı aydınların karşısında sadece dinci gruplar değil, bazı aydın muhafazakârlar da vardı. Atatürk ve arkadaşları zaman kaybetmek istemiyordu. Meclisten çıkarılması gereken yasaların tartışmaya ve onaya arz edilmesinin yaratacağı sıkıntıların farkındaydılar.
Önce “Takrir-i Sükûn kanunu” çıkartıp, peşinden İstiklal mahkemelerinin harekete geçirilmesiyle devrim yasalarının karşısındaki grupların direnci kırılarak seri şekilde meclisten geçirildi.
Tekkeler, zaviyeler, medreseler, türbeler birkaç yıl içinde kapatıldılar. Takip eden yıllarda kanun-i medeni (medeni kanun) hazırlandı. Miladi takvim, ceza ve diğer hukuk kanunları, yazı inkılâbı (devrimi) yapıldı. Vakıflar devletleştirildi, din eğitimi kaldırıldı. 1935’de ezan Türkçe okutuldu.
O tarihlerde nüfusun %75’i kırsal bölgelerde yaşıyordu. Köylünün içinde bulunduğu sefalet yeterince giderilememişti. Ankara’nın ana caddelerinde sökük- dökük kıyafetlerle dolaşanları polis ikaz ediyordu. Hatta direnenler ara sokaklara kovalanıyordu. Yapılan devrimler “köylü gazetesinde” yayınlanıyor, muhtarlara gönderiliyordu. Dış görünümüyle Türkiye, zamanın modern ve çağdaş bir devleti oluvermişti. Bütün dünya bu başarıyı övüyordu. Ankara yeni devletin başkenti olarak ancak, 15 sene içinde birkaç ana caddeye sahip olabildi. Resmi binalar yapılmaya başlandı. 1945’de başkentin nüfusu 200.000 kişi bile değildi.
1923- 1938 arasında yapılan devrimler Atatürk’ün vesayeti ve kontrolü altında gerçekleşmişti. 1938- 1950 arasında aynı yetkilere sahip İsmet İNÖNÜ için yapılacak fazla bir şey kalmamıştı. İkinci dünya savaşı çıkmasaydı daha rahat bir başkanlık yapma şansı olacaktı. 1945’de başlayan çok partili dönem, milli şefin keyfini biraz kaçırdı. Halk henüz demokrasiyi tam olarak anlayamamıştı. Muhalefet partileri sürekli olarak 27 yılın hesabının verilmesini istiyorlardı. 1950 seçimleriyle iktidara gelen CHP ekolünden yetişmiş DP üst kademe yöneticileri yavaş, yavaş entrikalarıyla gündeme gelmeye başlamışlardı. CHP için DP iktidarını yıpratacak söylemlerde bulunmak hiç de zor olmuyordu. 1957’den sonra halk nazarında (gözünde) şansı dönmeye başlayan hükümetin başına öğrenci ayaklanmaları ve kışlalardan yükselen olumsuz tavır dert olmaya başladı. 27 Mayıs 1960 ihtilali bu gelişmeler çerçevesinde geldi. İş başından uzaklaştırılan sivil kökenli yönetimin yerini, asker kökenli yöneticiler aldı. 1961 anayasasının kabulü ile AP iktidar oldu.
Bundan sonra karşılıklı suçlamalarla geçen demokrasimiz maalesef istenen ve beklenen gelişmeleri karşılayamadı. Devlete, çağdaş hukuk devleti olabilme karakteri kazandırılamadı. Demokrasinin kurumlaşması için hukukun üstünlüğü ilkesinin tam olarak benimsenmesi gerekiyordu. Hukukun üstünlüğü ilkesi ancak, halkın sosyal yapısını da içeren din, aile, ahlâk, sosyal adalet gibi manevi değerlerin korunmasıyla gerçekleşebilirdi. Kırk yıldır bu değerlerden bazılarını görmezden gelenlerin, halka güven veremedikleri açıkça anlaşılıyordu. Laiklik ve devrimlerin halka rağmen bir takım maksat ve yorumlarla yürütülmesi yanlışlığını başta bazı aydınlar açıkça itiraf etmeliydi. Daha sonra açıkça yeni demokrasi anlayışını samimi olarak halk ile paylaşmak daha akılcı bir yol olabilirdi.
Yerine oturmamış iğreti yönetimlerde yeni tabular kurulur, adına rejim denir. Tabular yıkılınca, rejim de ortadan kalkar. Kaba kuvvete dayanarak oynanan böylesi komedilerden zarar gören daima ülkedir, millettir. Halk iradesi hesaba katılmadan ilan edilen/ dönüşen monarşi benzeri yönetim modelleri eninde sonunda yıkılmaya mahkumdur. Tabular yıkılıncaya kadar millet bu duruma katlanmak zorunda bırakılır. Zira baskı ve dezenformasyon çalışmalarıyla, millete aslında demokratik bir toplum olduğumuz pompalanır. Halkın kültürel seviyesi ve bilinç seviyesinin düşük olması yanında “nemelazımcılık” bunu besleyen en önemli tehlikedir. Basında ara sıra yazılan; “Tepkisiz toplum olduk” sinyali bu tehlikeyi yansıtmaktadır.
Modern silahları ile üstüne gelen düşman ordularını önüne katıp kovalayan Mehmetçiğe bu gücü veren iman gücünü, komuta eden komutanın bilmemesi mümkün değildir. Her rütbede ve çeşitli cephelerde başarıdan, başarıya koşan Mustafa Kemal de bu imanlı orduya komuta etmiş ünlü bir askerdir. Neferinden, paşalarına kadar bir bütün halinde imana bürünmüş bu ordunun manevi gücüne o da yakından şahit olmuştur. Gazilik ve mareşallik rütbesiyle askerliğin en uç zirvesine yükselen “Gazi paşa hazretleri” sivil liderliğe geçişten bir süre sonra, TBMM’nin verdiği bu unvanları taşımak yerine “Mustafa Kemal ATATÜRK” olmayı tercih etti.
Devrimler, iç kamuoyu yeterince oluşturulmadan ve gerekli etütler yapılmadan, tepeden inme yasalarla uygulamaya konmamalıdır. Amaç batının hukukunu, sosyal hayatını halka aşılamak, aradaki düşünce ve inanç farlılığını ortadan kaldırmak değilse.! Devrimlere karşı çıkan birkaç cılız davranış anında ve şiddetle eziliyor, mahkemeler kanunlara karşı çıkanları cezalandırmak için harıl, harıl çalışıyor da ikna yöntemi kullanılmıyorsa ileride sosyal patlamalara neden olabilir. Avrupa Türkiye’nin kısa sürede bu beklenmedik değişimini şaşkınlıkla izliyordu.
İkinci dünya savaşının çıkmasıyla yokluklar içinde kıvranan Türk milleti için en büyük şans, savaşa girmeyişi olmuştur. Bu şansı yöneticiler yeterince kullanabildi mi emin değilim. Türkiye Orta Doğunun en kalkınmış ülkesi olabilirdi. Tabii ki yeterli mali kaynaklara sahip olamayışımız buna etken olsa da, Atatürk zamanında gösterilen irade ve kararlılığı aradık. Savaştan çıkan ülkeler bir müddet daha gıda sıkıntısı çekerken, Türkiye’nin onlara satabilecek malı bile yoktur. Halbuki fırsatı iyi değerlendirip hazinemizi doldurabilirdik.
Savaşın yaralarını kısa zamanda saran Avrupa, ekonomik gücünü eline geçirir, geçirmez siyasi ve ekonomik birliğini kurmakta gecikmedi. Eski düşmanlıklar, yeni yöneticilerle yerini dostluklara bırakmıştır. NATO ile başlayan bu birlik, ekonomik iş birliğiyle yerli yerine oturmuştur. Aralarında çıkması beklenen rekabeti, AET (AB) sayesinde önlediler. Avrupa’nın bir parçası olduğunu siyasetinin merkezine koyan Türkiye, NATO’ya kabul edilerek savunmadaki eksikliğini kısmen giderebilmiştir. Doğudan gelmesi muhtemel bir saldırıya karşı bize kalkan olması umulan NATO, askeri varlığımıza el atıp istediği yerde üs kurma hakkını kendinde bularak bizden daha kârlı çıkmıştır. İttifakın Güney Doğu kanadını korumak için bundan daha iyi fırsat bulamazlardı. Türk siyaseti bu ittifaka girmeyi büyük bir başarı olarak değerlendirmiş ve ileride bazı ekonomik fırsatları yakalanabileceği vehmine kapılmıştır. Kimse yaşanabilecek muhtemel sorunları siyaseten ve stratejik olarak yeterince değerlendirememiştir.
NATO’nun arkasındaki en büyük güç ABD olup, bol miktarda yeraltı ve yer üstü kaynaklara sahiptir. Uzun süren savaşta ülkesini yıpratmamış, aksine geliştirdiği teknolojisiyle süper gücünü bütün dünyaya kabul ettirme fırsatı yakalamıştır. Halbuki savaşı kazananlar da, kaybedenler de batmıştır. Altı yıl süren katliam gibi savaşı kendi topraklarına sokmayıp, yiyecek stoklarını boşaltarak Avrupa’nın kapısına kadar taşımıştır. Kısa sürede kendisini toparlayan Avrupa, ABD yardımlarını artık kabul edemeyeceğini nezaketle bildirmiştir. Avrupa medeniyetinin beğendiğim en güzel tarafı, milli gurur ve haysiyetini korumayı çok iyi bilmeleridir.
Maalesef Türkiye yıllarca kendisine yardım yapılmasını bekledi. Gelen yardımlar bayatlamış süt tozu, soğuk depolarda 10- 15 yıl beklemiş çürük etler, tereyağı, tavuk, peynir un vb. Bir nesil okullarda süt tozu içerek büyüdü. Paket halinde gelen yağ ve peynirler parti merkezlerinde belirli kişilere dağıtıldı. Halk görmedi bile. Bu yüz kızartıcı ve aşağılayıcı işler yapılırken, cumhurbaşkanı ve başbakan yanında meclis de seyretti. Yani egemenliğimizi ispat edebileceğimiz her şey vardı. Olmayan tek şey “utanma duygusuydu.” Koskoca altı yıl boyunca halk kıt- kanaat sabırla bu dönemi atlattı. Neden kendi gıdamızı üretemedik?
Savaş sonrasında bu sefer de Almanya’ya işçi gönderme fırsatı çıktı karşımıza. Demek ki çalışabilecek genç işgücümüz varmış. İş ve aş bulmak için gurbet yolculuğuna çıkanlar, el kapısında büyük çileler çekiyordu. Aileler parçalanıyor, çocuklar milli kültürlerinden uzak yetişiyordu. Bizi ülkelerine kabul edenler her türlü horlamayı yapıyorlardı. Türklüğümüzle böyle mi övünecektik?
İşte tüm manevi değerlerimizi yıkarak, milletimizin batı hayranı ve taklitçisi olma serüveni böyle başlatıldı. O dönemki yöneticiler ne kadar övünse azdır!
Türk milleti yalan propagandalarla şaşkına çevrilmiştir. Sağ duyusu ve inançları yıkılmıştır.
Dünyadan pek çok zalim hükümdar gelip geçmiştir. Onların tabuları peşlerinden yıkılmış, sadece isimleri kalmıştır. Hakimiyeti millete verenlerle, kendinde kullananların arasında ki fark da burada ortaya çıkar. Ezel ve ebedin tek hâkimi olan Allah baki kalacaktır. Dünya ve kâinat O’nun varlığı ile ayakta durmaktadır. Ahiret de O’nun yüce iradesi ile sonsuza dek sürecektir.
HASAN HAKKI GÖĞEZ
1994 İSTANBUL
Harika tespitler.cok tesekkür ediyorum.bakış acıma ve tarih yorumlarıma cok uygun.
Teşekkür ederim.
Üstadım,
belirtilmiş olduğu gibi; gerçek kalkınmamız, ancak toplum ahlâkına sahip olmamızla mümkün olacaktır.
Ayrıca; gerçek kalkınmanın ana kurallarını teşkil eden disiplin, saygı ve sevginin birbirleriyle yoğrulmuş olmasını temin edecek ortamın olması da elbette kaçınılmaz bir durum..
Nakış gibi işlenmiş zevkli bir makâle okumalı sağladığınız için minnettarım.
Teşekkür eder, saygı ve selâmlarımı iletirim.
Baybars cım önce okudum sonra oğlum Onur a özetliyeyim dedim, yok özetliyerek bu güzel yazıya kıyamazdım,bu sefer sesli olarak o na okudum,dura dura, yedire yedire ,helal olsun be dedem dedim;bir siyasi tarih,bir devrim tarihi bu kadar mı güzel özetlenir? Şahsında o na çok teşekkür ediyorum,ne çok ihtiyacımız var o ve o nun gibilere,sağol Baybars cım.
Duygularını çok güzel ifade etmişsin sevgili kardeşim. Ailene sevgiler ve saygılar sunarım.
Tarihi iyi değerlendiren büyüğümüz….Tespitler, geldiğimiz yolun ayak izlerini arkaya bakmadan önüne bakarak doğru okumaktır .
Değerlendirmelerin için çok teşekkür ediyorum sevgili arkadaşım.
Baybarscığım okudum. Son 80 yılımız gözümün önünden geçti. Dediğin gibi yazı uzun ama okuması güzel ve akıcı. Bizim nesil bu konulara yabancı değil. Ancak çocuklarımız maalesef yakın tarihimizi bilmiyorlar. Müfredata vardır mutlaka. Onu canla başla anyatacak ve gelen nesillerin kafasına sokacak öğretmenler lazım. Sevgi ve selamlarımla.
Teşekkür ederim.
Söz uçar, yazı kalır’mış.Iyi ki de kalmış.! Ne güzel bir miras olmuş bu yazılar.Tepkisiz toplum sinyali günümüzde de hala aktif ne yazık ki …
H.H.Gögez’in mekanı cennet olsun.Şiirleri de bekliyoruz.
Teşekkürler.
Ülke Atatürk ilke ve inkılaplarına aykırı düşünenlerin “Yurtta sulh cihanda sulh” anlayışından uzak olan zihniyetin etkisi altına girmiştir.
Doğru tespit.
Bu dünya ne diktatörler, sultanlar, krallar, padişahlar, içi insan ol(a)mayan adamlar gördü, hepsi kendilerini vazgeçilmez zannediyorlardı. Geriye dönüp bakıldığında mezarlıklar hep bu vazgeçilmezlerin çürümüş cesetlerinden arta kalan kemiklerin sızladıkları görülür. Yüreğinize sağlık, teşekkürler
Ben teşekkür ederim.
Osmanlı döneminden başlayan yazı kısa ve öz..
Bu günün bütün sebeplerini anlatıyor..
Gerçekten çok güzel bir yazı..
1994 yılında yazılmış, güncelliğini koruyor..
Hatta aynı şekilde ve daha da hoyratça devam ettiği için bugün düştüğümüz durum daha da vahim bir yere geldi..
Haklısınız. Hatalarımızdan ders çıkaramadığımız/ yöneticilerimiz tarih okuyup ders çıkartmadığı için bir türlü işleri düzeltemiyoruz/ düzeltemiyorlar.
Yakın tarihimize ilişkin, eleştirel ve “değerler” temelinde şekillendirilen çıkarımlara dayalı bir yazı.
Işıklar içinde uyu Hasan Hakkı Göğez.
Çok teşekkürler üstadım.
Uzun süredir bende emanet olan yazılarını derlemeyi düşünüyordum.
sizin gibi değerli üstatların beğenmesi gurur verici.
İyi ki varsınız. Saygılarımla.
Ne güzel yazmış sevgili babacığım. Fırsat buldukça bizi karşısına alır, dakikalarca bıkmadan usanmadan yakın tarihi anlatır, dini bilgiler verirdi bize. Nur içinde yatsın, ruhu şad olsun. Bu yaziyi gundeme getiren sevgili kardesime de cok minnettarim. Erkek evlat olarak babamizdan kalan bu mirasi en güzel şekilde dile getirip anılarımızı canlandırmaya vesile oldun, sağ olasın.
Teşekkür ederim abla.
Rahmetli Babam, kendisine has üslubu ile çok sevdiği bu toprakların geri kalmışlığına değişik bir bakış açısı getirmiş.. Kulaklarımızda kalan sözlerini evlatları olarak bize hatırlattığın için teşekkürler Ağabeyim.. Allah gani gani rahmet eylesin..
Harika! Hasan Hakkı babaya Tanrı’dan rahmet diliyorum. Mekânı cennettir mutlaka diye düşünüyorum. Ruhu şad olsun. 30 yıl önce yazdığı, ama sanki toplumumuza güncel bir sesleniş ya da çığlık niteliğinde değerlendirdiğim yazısı, yazan tüm dostlara Türk Dil Kurumu yazım kurallarına uygun olarak düzgün, güzel yazma bağlamında örnek olmalıdır bence…
Değerlendirmeler için çok teşekkürler.