Bazen öyle rivayetler çıkarılır ki zaman geçtikçe etrafa yayıla, yayıla bu yalana sonunda sahibi de inanır. “Tarih tekerrürden ibarettir.” Efsanesi de galiba bunlardan biri olsa gerek. Şimdiye kadar kimse bunun somut bir izahını yapamamış, sadece benzer olayları yakıştırmıştır.

Türk entellektüellerini yanıltan en büyük yanılgısı henüz tüm kurum ve kurallarıyla oturtamadığımız cumhuriyet ve demokrasi anlayışımızın, kültür ve inanç birliğimizin eksikliğini fark edemiyor olmalarıdır. Devrimler batının dikte ettirdiği doğrultuda mı gerçekleştirildi kuşkusu yaşanmıyor değil. O yüzden mi övgüler yağdırıp, ayakta alkışlıyorlar? Bu süreçte maalesef işin aslını tartışacak ne insan kaynağına, ne de zamana sahip olmadığımız için olduğu gibi kabul etmek zorunda mı kalındı? Batıyı yeterince anlamadan, batı hayranı kesilenler bastırdıkça saf milletimizi peşlerinden mi sürüklediler? Çift standartlı akıl hocaları hedeflerine kolayca ulaşmış olmalılar ki, artık bizi kovsalar da peşlerinden ayrılacak durumda değildik. Bugüne geldiğimizde bize yakıştırılan elbisenin ne kadar yerli ve milli olduğu konusunu tartışabilecek miyiz?

İmparatorluğun son yüzelli yıllık tarihinin belgelerini arşivlerden bulup incelemeye aldığımızda, Bab-ı Ali’ye yağdırılan ıslahat planlarıyla, o dönemde bizden nelerin istendiğini de anlamış olurduk. Batılı patronların o dönemde bizden bekledikleri neyse, takipçilerinin de aynı rotada yürüdüklerini görürüz. Eskinin meşrutiyet davası günümüzde demokrasi şeklinde sürüp gitmektedir. Bazı safdiller batının hilelerini daima Türk milletine mal etmenin gayretine düşmüşlerdir. Bütün bunlar milleti ayakta tutmanın birer hüccetidir (=Delil).

Gerileme döneminde dillerden hiç düşmeyen Şark meselesi aslında bizi siyasi ablukaya almaktan başka bir şey değildi. Sevr anlaşması bu ablukanın kapanan son perdesi veya belgesi değil miydi? Lozan konferansına gelenler o belgeyi yanlarına almayı ihmal etmemişlerdi.

Dört yıl süren ölüm- kalım savaşının galibi Türkiye, Lozan konferansında sanki gözlemci sıfatıyla katılıyormuşçasına ekibini Ankara’dan yola çıkartıyordu. Muhatapların ellerinde dizi, dizi dosyalar varken, bizim deneyimsiz ekibin elinde birkaç sayfalık notlar olduğu söylenir. Buna itiraz edenler olabilirse de, daha ilk toplantıda hazırlıklar için mehil istendiği bir gerçektir. Bu kötü puan üzerine, Avrupa’nın en kurt diplomatı İngiltere baş murahhası Lord Gürzon konferansa hemen egemen olmuştu. Yunanistan baş murahhası Venizelos ise ortada kalmış sembolik bir başkandı. Lord Gürzon öyle bir savunuyordu ki, Venizelos asla bunu başaramazdı. Rusya’yı temsil eden Çiçeri’den başka Türkiye’ye destek veren yabancı diplomat neredeyse yoktu. Hemen hepsi Lord Gürzon dümen suyunu takip ediyordu. Bu da ne denli çetin bir konferans olduğunun kanıtıdır.

Sovyet Şuralar Devletinin Türkiye’yi desteklemesinin elbette birkaç sebebi vardı. Diplomaside stratejiye dayanmayan tutum ve davranışlar düşünülemez. Konferansta Lord Gürzon diplomatlık tavrını ortaya koyarken kendisini ilgilendiren iki önemli mesele vardı. Biri Çanakkale’de yedikleri tokadın intikamı, diğeri de çok güvendikleri Yunan ordusunun ağır yenilgiye uğrayarak denize dökülmesiydi. Gürzon diplomatik becerilerini azami ölçüde kullanarak, Yunanistan’ın kendilerini affetmesini istiyordu. Bu gayretiyle en azından Ege adalarında elde edilen kazanımlarla bir nebze günah çıkartmış olmanın rahatlığını yaşadı.

Gürzon İngiltere hariciye vekiliydi ama İngiliz değildi. Eski başbakanlardan Dizraeli gibi Yahudi asıllıydı. Zamanın süper gücü İngiltere, İngiliz asıllı bir başbakan çıkartamamıştı. Tarihin tekerrür olduğuna inananlar bunu nasıl yorumlayacaklar?

9-10-11’nci asırlarda Müslümanlar üzerine başlatılan haçlı seferlerini körükleyenler (Piyer Lermit gibi) Katolik papazlardı. Karadan ve denizden Kudüs’e yürüyen haçlılar Müslüman Türk bahadırlarının kılıçları altında eriyorlardı. Deniz yoluyla gelenler bir ara Kudüs’ü zaptetmişler, 3-5 gün içinde yaşlı- çocuk demeden yüzbin civarı Müslümanı katletmişlerdir. Haçlıların kurduğu Latin devleti yüz yılını tamamlamadan büyük Türk komutanı Selahattin Eyyubi tarafından yerle bir edilmiştir. İslam dünyasını haçlı barbarlara karşı koruyan şanlı ecdadımız, İslam’ın kılıcı ünvanını bedavadan kazanmamıştır.

Haçlıların büyük sabıkası 15’nci asrın sonlarına doğru İspanya’da vuku bulmuştur.  8’nci asrın ortalarında İber yarımadasına çıkan meşhur kumandan Tarık Bin Ziyad, İspanya kralı Rodrik’i yenerek bağımsız bir İslam devleti kurmuştur. 800 yıl yarımada da büyük bir medeniyete imza atan Beni Ahmer devleti Fransa içlerine kadar akınlar yaparak orduları Orleans’a kadar dayanmıştır. Katolik dünyasının kıskaç içine alınmasıyla Avrupa’da büyük korku yaşanıyordu. Bunun içindir ki Avrupalılar ortaçağa karanlık ve uğursuz çağ diyorlardı. Halbuki bu çağ İslam dünyası için son derece önemlidir, değerlidir. İslamiyet güneşi tüm dünyayı bu çağda pırıl, pırıl aydınlatmış, insanlığa gerçek medeniyetin yollarını açmıştır. Bazı cahillerimiz bile bundan haberdar olmadıkları için Katolikler gibi Ortaçağ karanlığını dillerinden düşürmezler.

İber yarımadasında Müslümanlar tarafından feth olmamış iki küçük Katolik devletin birinde kral Ferdinand, diğerinde kraliçe İzabella hükümdar bulunuyordu. Bu ikisi evlenerek ülkelerini birleştirdiler ve güçlendiler. Tarihte adına Kastilya denilen bu devlete tüm Hristiyanlar destek vererek fırsat kollamaya başladılar. Beni Ahmer’in başına geçen V’nci Abdürrahman son derece zevk ve sefaya düşkün sefih bir adamdı. Katoliklerin bekledikleri fırsat oluşmuştu. Var güçleriyle Müslümanların üzerine çullanan kafirler korkunç bir katliama girişmişlerdi. İnsanlar kitle halinde doğranıyor ve diri, diri yakılıyordu. Can derdine düşen padişah selameti kaçmakta buldu. Annesi Ayşe hatunun korkak oğluna yaptığı hakaret meşhurdur. Defalarca dergi ve gazetelerde yayınlanmıştır. 800 yıllık Müslüman yurdu ellerine geçer, geçmez kiliseler çanlarını çalarak zaferlerini kutladılar. Bugünlerde Bosna- Hersek’te yaşanan vahşet, öncekilerin devamından başka bir şey değildir. Müslümanlarda ne zaman sefahet (= Zevk ve eğlenceye düşkünlük) ve nefse düşkünlük artarsa, helaki kaçınılmaz olur. Düşmanlarımız bizi daima bu yola düşürüp avlamışlardır. Bu günkü gidişat da korkarım aynı tuzağa doğru yaklaşmaktadır.

Katolikler Müslümanlardan çok şey öğrenmişlerdir. Bu bilgiler sayesinde kısa sürede toparlandılar ve büyük denizlere açılmayı başardılar. Yeni kıta ve adalara çıkan İspanyol ve Portekizli denizciler arasında çok sayıda macera düşkünü serseri takımı vardı. Bunlar yanlarında at ve silah götürmeyi de ihmal etmemişlerdi. Karaya çıktıklarında karşılaştıkları ilkel kabileler üzerine aniden öylesine saldırdılar ki adamlar neye uğradıklarını şaşırdılar. Hiç görmedikleri atı ve ateşli silahı görür, görmez dehşete kapıldılar. Gelenlerin ayaklarına kapanıp onlardan merhamet dilendiler. O serseri güruh bundan son derece cesaret alıp çılgına döndü. Binlerce yerliyi 5-10 haydut esir alıyor, akla hayale gelmeyen işkencelerle bu suçsuz insanları öldürüyorlardı. Başlarına gelen felaketi tanrıların gazabı, gelenleri de tanrıların askeri sanıyorlardı. Dünya tarihi böylesi bir vahşeti kaydetmemiştir. Toplu katliamla ırkları yok etmişlerdir. Güney ve Kuzey Amerika yerlilerinin birer devleti ve kendi ölçülerinde sosyal nitelikli yaşamları varmış. Yeni araştırmalarda birçok medeniyet ve eserler ortaya çıkartılmış, bunlar hakkında kitaplar yazılmıştır.

Haçlılar filolar halinde kıtalar arasında fing atarlarken Müslümanlar ayaküstü uyumuşlardır. Halbuki ilim, teknik ve cesaret bakımından onlardan çok daha üstün durumdaydılar. Büyük denizlere açılma hususunda ilk adımı İspanyollar ve Portekizliler atmışlardır. Peşinden İngilizler yola çıkmışlar, onların elinden cebren büyük toprakları işgal etmişlerdir. Afrika sahillerinde Portekizlilere ilk darbeyi vuran Osmanlı donanmasıdır. Biraz daha uyanık davranarak Amerika kıtasına yelken açmayı düşünememişler. Bu hareketsizlik bizi haçlı dünyası karşısında savunma durumuna itmiş ve meydanı onlara bırakmamıza sebep olmuştur.

Daha ilkokul sıralarında ki çocuklarımıza kıtaları ve kutupları keşfedenlerin isimlerini ezberletiyor, insanlığa büyük hizmet yaptılar diye göklere çıkartıyoruz. Sorgulayan nesillere aslında “biz bunlardan neden geri kalmışız” utancını da bilmeden yaşatıyoruz galiba. Haçlılara da üstün olma imajı kazandıran bu değil mi? Kuran’a sahip olan ona tabi olandır. Hesaba çekildiğimizde bunun cevabını asla veremeyiz. Çünkü gerçek Müslüman ikinci sırada kalmaya asla rıza göstermez.

Mezhep ve hanedan kavgalarıyla yıllarca birbirini yiyen Avrupa, keşifler sayesinde sanayileşip zengin olmayı başarmışsa da, aralarında başgösteren ticari rekabet giderek silahlı rekabete dönüşmüştür. Orta Avrupa’da yalnız kalan Cermenler sanayi ve teknolojide hızla kalkınarak önde gidenlere yetişmiştir. Böylece Avrupa yeni bir bunalım içine giriyordu. 18’nci asrın ortalarına doğru hazinesi iyice boşalan Osmanlı devleti ise Avrupalı bankerlerden borç alabilmek için kapı, kapı dolaşıyordu. İçimizde ki azınlık bankerlerin araya girmesiyle yüksek faizlerle borç batağına battıkça batan devlet, Rusya’nın da durmayan saldırılarıyla en acıklı günlerini yaşıyordu. Batının zaman, zaman Osmanlıyı koruma tavrı takınmasının elbette hayrımıza olmayacağı belliydi.

Gerek 1839 Tanzimat hareketi, gerekse 1853 Kırım savaşında yanı başımızda yer almasıyla batı, kolları arasında sımsıkı tuttuğu hasta adamı kimseye kaptırmak istemiyordu. Hasta daha son nefesini vermeden mirasın taksimi çoktan planlanmıştı. Bütün kuşkuları Rusya’nın boğazları ele geçirmesi ve sıcak denizlere inmesiydi. İmparatorluğun halen elinde tuttuğu geniş toprakların altı dünyanın en zengin petrol rezervlerine sahipti. Coğrafyasıyla da tüm Ortadoğuya hükmediyordu. Üç kıtayı birbirine bağlayan su yollarının değerini ifade etmek dahi zor. Bugün bile elimizde kalanlarla süper imkanlara sahibiz ama başkalarının yardımına takıldıkça, bu üstünlüğümüzü layıkıyla kullanamıyoruz.

Bu toprakların sadece bekçiliğini yapmak yeterli değildir. Ona madde ve manada dinamizm kazandırmak asıl hünerdir. Bu sorumluluğu taşıyabilmemiz için çok daha fazla çalışmak ve öğrenmek zorundayız.

Bu kısa yazımla önemli vakaları kronolojik dizi halinde birbirine bağlamaya çalıştım. Her Türk aydınının bilmesi gereken bu asgari bilgilerden çok daha fazlası var. Ülkemize layık olabilmek için milli ve memleket meselelerini çok iyi anlamamız ve öğrenmemiz gerekiyor. Okumaya arkasını dönmüş toplum ve fikir hürriyetine vurulmuş prangalarla hangi noktaya varılabilir ki? Yasaklamalar, gerek sağduyunun gelişmesini engelleyen, gerekse kamu oyunu dejenere eden en tehlikeli bir uygulama ve tutuculuktur. Bir milleti adam eden en güçlü unsur ise maneviyattır. İslami maneviyat en gelişmiş olanıdır. Her ölçüyü madde üzerinde görmek isteyenler onun değerini anlayamazlar.

Hasan Hakkı GÖĞEZ

20.11.1994 Maltepe

Bilgi paylaşınca güzel
X

Şifrenizi mi unuttunuz?

Bize Katılın