Son bin küsur senelik tarihimizde olup-biten vakıaları tam bir vukufla incelemeye aldığımız zaman içinde bunaldığımız pek çok meselelerimize çare olacak ipuçlarını kendi ellerimizle yakalayacağımızdan şüpheniz olmasın. Tarih ilmi, anlayanlar için elbette değerli bir araştırma koludur. Birçoklarının zannettiği gibi geçmişin olaylarını tekrarlayan bir masal kitabı değildir. İslam-Türk tarihi dersen başlı başına yeni bir doğuşun sentezidir. Özellikle bu dönemin geniş araştırması yapılmalı ve önemli olayların envanteri çıkartılmalıdır. Umulur ki bu kabil çalışmalar bizden sonraki nesillere devredilecek en değerli birer armağan olsun.
Bir milleti ayakta tutacak unsurların başında önce manevi değerleri, sonra hukuk düzeni, dili ve kültürü gelir. Bu unsurların tarih ilmiyle kuvvetli bağları vardır. Bunlar dışında tarih ilmine başvuracak nice bilim dalları da vardır. Osmanlı tarihini okuyanlar o’nun 620 yıllık ömrünün üç aşamada mütalaa edildiğini elbet bilirler. Fakat oluş nedeni üzerinde duran kaynak eseri bulmakta zorluk çekerler. Kaynak eserin yazılmasına engel olan unsurları da iki noktada toplamamız mümkündür;
- Osmanlı belgelerinin yeterli seviyede arşivlenmemesi,
- Tarihe siyaset karıştırılmasıdır. (Benim notum: Matbaanın geç gelmesi.)
Her seviyedeki devlet okullarında ders olarak okutulan tarih kitapları yükseliş, duraklama ve gerileme dönemlerinin sadece savaşlarını ve anlaşmalarını yazar. Bir de sınırları gösteren harita eklenir. Bunlar da yazılmasaymış kimse merak edip tarihi hakkında tek kelime öğrenemeyecekmiş. Bu milletin başına ne geldiyse bilgisizliğinden gelmiştir. Gazete okuyanlarımızın çoğu ciddi yazılara değil, abur cuburlara önem verir. Bu durumda tiraj ikiye katlansa da değişen bir şey olmayacaktır.
İslam’ın ana kuralına bilinçli olarak uyan ecdadımız onları hayat tarzı olarak benimsemiştir. Bunlardan en önemlisi; Müslüman, Müslümanın canına, ırzına ve malına kefildir. Yani müteselsil sorumludur. Bu düstur bile başlı başına mukaddes bir sigortadır. Daha buna benzer neler var terk ettiğimiz o cevherler içinde.
Çağdaş olabilme uğruna batının her şeyini alma sevdasının bize neye patladığını başka yazılarımda değinmiştim. Bizim bir diğer büyük hatamız da her türlü teknik ve ekonomik gelişmeleri hep uzaktan takip etmiş olmamızdır. Köklü cemiyet ve aile yapımızı çiğneyerek batıya teslim olma karşılığında elimize geçen ne? Medeniyetse eğer, asla kimse buna inanmasın. Barbar Avrupa medeniyeti bizden öğrendi, sahtesini de çok pahalıya bize sattı. Hepsi bu.! Onlar aslında kendini beğenmiş, soy kırım ve ahlaksızlığı yaşam felsefesi olarak benimsemişlerdir. Ancak tarih okumayanlar bunu bilmezler.
Ey Müslüman.! Hüsn-ü zannı sadece dinine ve din kardeşine göster, başkasına değil.
Batıya sevdalananların dünya görüşünde İslam ahlak ve edebinin yeri yoktur. Biz bu ihaneti çok geç anladık. Hala da yeterince anlamış değiliz.
Her şeyden önce Müslümanlar başsızlıktan kurtulmanın çaresine bakmalı, hasımlarımız kadar akıllı ve cesur bir topluluk haline gelmeliyiz. Bu kopuklukla Müslümanlar dünyanın yarı nüfusuna sahip olsalar yine de sömürülmekten kurtulamazlar. Tevhid dini mensupları yetmiş (70) yıldır başsız kalmanın ayıbını taşımaktadır. Bu, zillete boyun eğmekten başka bir şey değildir. Maalesef İslam ülkelerinde hakimiyeti ele geçirenlerin hiçbirinin Müslümanlara nefes aldırmaya niyeti yoktur. (Benim notum; Babam burada Halifeliği kastetmiş olsa da, Türk toplumu olarak Halifeliğinden devamından sorumlu olmadığımızı, milliyetçi- muhafazakar bir kişi olarak babamın da böyle bir sorumluluk hissetmediğini düşünüyorum.)
Müslümanın, Müslümanı ezmesi kadar ağır bir meskenet tasavvur edilemez. Bu anlamsız çelişki ve baskılara makul yoldan yaklaşmak imkansızdır. Müslümanı siyasetten uzak tutmak ise cami kapısına kilit vurmaktan çok daha ağır bir kıyım. Biz keyfi laikliğin belasına uğradık. (Benim notum; Babam laiklik uygulamasında bugün sayın Kılıçdaroğlu’nun dediği gibi, geçmişte yapılan hatalarla yüzleşmek gerektiğini kastediyor olabilir.)
Siyonist- haçlı işbirliği önce İslam dünyasının lideri Osmanlı devletinin işini bitirdi. Hilafeti ilga ettirdi. Sonra bütün gücüyle üzerimize çullandı. Maksat yeraltı servetlerimizi ele geçirip sanayisini sürdürmek ve pazarı başkalarına kaptırmamak. Durum her Türk ve Müslüman için son derece ciddi ve kaygı vericidir. Türkiye her türlü imkanları ve coğrafyasıyla İslam birliğinin tabii lideri durumundadır. Fakat Türkiye’de ne bu durumu anlayacak politika vardır, ne de saplantıda ki Arap kavmiyetçiliğinde buna niyet vardır. Durumu çok iyi değerlendiren şer ittifak ne olur, ne olmaz diyerek tüm oyunlarını devamlı olarak Türkiye üzerinde oynuyor ve bizi daha küçük parçalara bölüp çökertmeye çalışıyor. Bazı İslam ülkeleri de Türkiye’nin parçalanmasından kendilerine pay çıkacağını hesap ederek aleyhimize çalışıyorlar. Bunca hasım çokluğuna rağmen korku yine içeridendir. Zira ülke içinde baş gösteren kopukluk bize yetmektedir. Artık Kuvayı Milliye ruhunu yerde değil, gökte arayalım. O ruha öncülük edenler, daha hayattayken o’nu katlettiler. Fakat.. Etrafımızda örülmekte olan şer ağlarına rağmen, İslam birliğine olan inancımızı asla kaybetmeyeceğiz. Yüce kitabımızın etrafında kenetleneceğiz. Bizim için gidilecek başka yol yoktur.
Müslümanların imanca zayıf bölümü; “Allah tasarrufunda galiptir, la yüs’eldir.” Diyerek inanca engel olmaya çalışırlar. Bunlar münafıkların hezeyanıdır. Her devirde ortaya çıkarlar. Onlara aldananlar cürümde ortak olmuşlardır. Malına güvenenler, keyfine düşkün olanlar çok dikkat etsinler.! Ahiret yolculuğuna çıkanlar bir daha bu dünyaya dönüş yapamayacaklardır.
Yahudilik ve Hristiyanlık o derece dejenere olmuştur ki din adamı geçinen haham ve papazların bulaşmadığı pislik yoktur. Bunlar dünyalık için her türlü rezaleti ve sahtekarlığı yapmaktan asla çekinmezler. Kendi cemaatlerini memnun etmek için ya boş dualarla günah çıkartma sahtekarlığı yaparlar, ya da Müslümanlara tuzak hazırlarlar. Çoğu giydikleri ruhban kisvesi içinde birer din sömürücüsüdürler. Halbuki İslam’da bu kabil sahtekarlıkları yapanlar mutlaka mel’un sayılırlar. Bu mel’un papaz ve hahamların yeri esfelisafilindir.
Laiklik ilkesi ne şekilde tevil edilirse edilsin, amme vicdanı hiçbir surette baskı altında tutulamaz.
Bizde sosyal içerikli yasa taslağı hazırlanırken devlet dairesi (DİB- Diyanet İşleri Başkanlığına) kimse bir şey sormaz. Halbuki örnek aldığımız demokratik ülkelerde durum tam tersinedir. Orada, kilisenin yetkili kurulları tarafından gözden geçirilmeyen bu kabil tasarılar doğrudan parlamentoya sevk edilmez. Bütün bu çelişkiler, toplumumuzun Müslüman olmasından ileri geldiği kanaatini haklı çıkartıyor. Sayın hukukçularımız millet aleyhine işletilen bu saygısızlığı acaba hangi kıstasa göre tevil ve tefsir ediyorlar?
Türk milleti laikliğin batı ölçülerinde uygulanmasını kesinlikle istemektedir. Gerçeği konuşmanın henüz zamanı gelmedi diyerek boş yere yutkunmanın alemi yok. Kökü dışarda olan bir haksız müdahalenin sürdürülmesine çalışılıyor. Millet haklarının bu derece ayakaltına alınması devletin hükümranlık haklarının ihlal edildiği noktasında birleşmektedir.
1938’den beri Türk- Yunan ilişkilerindeki ortak çıkarlarda lehimize kullanılması mümkün olan tüm fırsatlar aleyhimize gelişmiştir. On iki adanın ve Kıbrıs’ın kaybı bunların en somut delilidir. Bu günün şartları yeni stratejiler gerektiriyor. Lakin Türk dış siyasetinde devamlı geri çekilme taktiği uygulanıyor. O yüzden hasım taraf hep üzerimize gelebiliyor. Siyasetin içi de, dışı da varsayımlarla yürütülüyor. Sözüm ona siyasetçi geçinenlerimiz modası geçmiş, işe yaramaz beyan ve sloganlarla bu işlerin yürüyeceğine inanmışlar. Bir de buna kamuoyu masalını ekliyorlar. Çünkü ne halkın bilinçlenmesi istenmiş, ne de rejimin şeffaflaşmasına yanaşılmıştır.
Lozan’da bizi ortalarına alan hasım taraf daima Yunan tarafını desteklemiştir. Oraya giden heyetin deneyimsiz olduğunu ilk temasta rahatça anladılar ve tezgahlarını diledikleri şekilde işletmeye başladılar. Orada galibin haklı davası değil, mağlubun çıkarları konuşulmaya başlandı. Hilafetin kaldırılması, Patrikhanenin ipkası, Ege adalarının teslimi, Ayasofya’nın Müslümanlara kapatılması vb. hep Lozan’ın bize birer armağanı olmuştur.! Ortada büyük bir başarı olduğundan bahsetmek tartışmalıdır. Ortada ki çelişkiler tuhaf değil mi?
Ortaya çıkan somut çelişkiye rağmen birlik ve beraberlikten dem vurmanın ciddiyeti nerede kaldı? Zevahiri mi kurtardık? Birileri işin aslını bilse de artık iş işten geçmiş, hasım damaya çıkmış. Şimdi yeni avantalar koparma peşindedir. Korkarım İskeçe ve Gümülcine Türkleri de yakında Bulgaristan Türklerinin akıbetine uğrayacaktır.
Makarios’un papaz üniformasıyla Kıbrıs cumhurbaşkanı olarak bizimkilerin karşısına çıkması acaba ilgililere bir şeyler öğretmiş midir? Hiç ihtimal vermiyorum.
Siyasi kulislerin hem gerisinde, hem yanı başında yer alan en güçlü otorite hiç şüphesiz Dünya Kiliseler Birliğidir. Türkiye’nin rahatını kaçıran tüm olaylarda bu birliğin parmağı vardır. Bosna- Hersek ve Azerbaycan’da Müslümanların uğradığı saldırı ve soykırımlar başta olmak üzere her türlü barbarlığın yapılmasına adı geçen örgüt destek sağlamıştır. Bu bir haçlı kinidir. Asla değişmez. Tarihin her döneminde haçlı zihniyeti politikaya egemen olmuş ve bu ittifak özellikle İslam’ın kalesi Türklere nefes aldırmamıştır. Avrupa’da bir zamanlar sürüp giden hanedan kavgalarında haçlı gayreti işe yaramadığından, kedi-köpek gibi birbirlerini yemişlerdir. 1914 ve 1939 dünya savaşlarında sebepler tamamen ayrı ve çok cephelidir.
Tüm dünya yayın organları Hitler ve generallerini savaş suçlusu ilan etmiş ve Yahudi işgalinde ki Nürenberg mahkemesi kararlarını alkışlamışlardır. Tabii bu propaganda bizim basın aracılığıyla Türk halkına yansıtılıyor. Bu açıkça bir beyin yıkama taktiğidir ve kananlar aldatıldıklarının henüz farkında değillerdir.
Hitler bir bakıma düşmanlarımızın tümünden intikamımızı almıştır. Diğer taraftan isteseydi Balkanlar’dan yoluna devam ederek Türkiye’yi çiğneyerek Stalingrad savunmasını kısa sürede çökertebilirdi. Bu hareketi belki savaşın kaderini bile değiştirebilirdi. Ancak bizi ateş hattına çekmek istememiştir.
Bütün bu gerçekler ortadayken Yahudi’nin ve suç ortaklarının dümen suyundan gitmesi Türkiye’nin ayıbı olarak tarihe geçmiştir. Bu ayıp umarım tarihe doğru şekilde geçer. Sultan Abdülhamid olayının arkasında da yine aynı güçler vardır. Demek ki bizler dostumuzu ve düşmanımızı tanıyamayacak kadar safmışız.
Haçlı dünyasının bize ibret olacak en büyük intikamı İber yarımadasında 800 yıl payidar olmuş Endülüs İslam Devletinin bir anda yok olmasıdır. Haçlıların Müslüman halka uyguladıkları vahşet belki de Bosna- Hersek katliamından daha da şiddetliydi. Katolikler tüm mirası da ortadan kaldırmayı amaçlamışlardı. Bugün geride kalan iz birkaç saraydan ibarettir. Adına Beni Ahmer Devleti de denen bu muhteşem medeniyetin yok edilmesi, haçlı kinini simgeleyen bir yüzkarasıdır. Bunları tarih okumayanlar elbette duymazlar. Gençlerimizin taklitçilikten sıyrılıp geçmişi öğrenmeleri şarttır.
Keşifler için denizlere açılan İspanyollar zapt ettikleri topraklarda aynı vahşet metotları uygulayarak ırkları ve yerli medeniyetleri yok etmişlerdir. O tarihlerde denizcilikte çok kuvvetli olan Osmanlı devleti ne yazık ki gözünü açamamış, bizim pusulamız ve haritalarımız onların işine yaramıştır.
Sultan Abdülhamid’in Balkan harbi bozgunu İslam alemini üzdüğü oranda düşmanlarımızı çok sevindirmiştir. İşin devamında derhal eski ve yeni planlar üzerinde çalışmaya başladılar. 28 Haziran 1914’de Sırbistan’ı ziyaret eden Avusturya imparatoru veliahdının Sataybosna’da bir sırplı tarafından katledilmesi üzerine Birinci dünya savaşı patlak vermiş ve kısa sürede tüm Avrupa’ya yayılmıştır. Madalyonun arka tarafını çevirdiğiniz zaman meselenin aslı özetle şöyledir; Bir an önce Filistin’e yerleşmeyi planlayan Yahudi kurmayları ile Osmanlı topraklarını Almanlardan önce ele geçirmeyi planlayan İngiltere arasında bir protokol imzalanmıştır. Adına Balfor anlaşması denilen bu ahitname gereğince taraflar bu olayın müşterek hareket için bir fırsat olduğunda mutabık kaldılar. Aslında suikastın da Yahudilerce planlandığı söylenir. İşbirlikçiler hemen harekete geçtiler. Yahudiler Çanakkale’ye alay seviyesinde kuvvet göndererek fiilen savaşa katıldılar. Kanal cephesinde de gizli istihbarat faaliyetleriyle İngilizlerin yanında yer aldılar.
Tarih 10.11.1918’i gösterirken savaş 4 imparatorluğun başını yedikten sonra mütareke frenine basılabildi. 1917’de Çarlık Rusyası yıkılmış, yerini komünist imparatorluğu almıştır. Lenin ve çevresindekilerin Yahudi olması kadar, rejimin kurucusu Karl Marx’ın da Yahudi olması sanırım tesadüf değildir.
Buradan dünya siyasetinde başı çekenlerin Siyonizmi savunanlar olduğu gerçeği artık aşikardır. Siyasete soyunan herkesin bu iki kimliği iyice öğrenmesi şart ama kime anlatacaksın!
Birinci Dünya savaşından yenik çıkan Osmanlı imparatorluğu üç kıtada ki topraklarını bir çırpıda kaybetmiştir. Savaş suçlusu damgası yiyen Osmanlı paşaları can korkusundan şuraya- buraya dağılsalar da peşlerine takılan Ermeni taşnakçıların kurşunlarına hedef olmuşlardır. Felaketin bundan sonraki safhası herkesçe malumdur. İşgaller, savunma çetelerinin harekete geçmeleri, müdafa-i hukuk cemiyetleri kurulması, Mustafa Kemal’in Anadolu’ya gönderilmesi, Sivas ve Erzurum kongrelerinin toplanması, Kazım Karabekir paşanın doğu hududumuzu kontrol altına alması, müdafaa cemiyetlerinin birleşerek Kuvay-i Milliye kurulması, İngilizlerin desteğiyle Batı Anadolu’yu işgale kalkan Yunan ordularını durdurmak için Garp cephesinin açılması. İnönü, Sakarya ve Büyük taarruz savaşlarının kazanılarak düşmanın denize dökülmesi, Mudanya mütarekesi vb.
Bundan sonra herkesi düşündüren en çetin engel çağrıldığımız barış konferansında bizleri neler beklediğidir.
İsviçre’nin Lozan kentinde ki konferansta Türk ve Yunan delegasyonu yanında İngiltere, Fransa, İtalya ve Rusya tam kadro halinde katıldılar.
Başlangıçta bizim heyetin başkanı olarak mecliste Rauf bey seçilmiş olsa da, her nedense karar geri alınıp yerine İsmet paşa tayin edilerek, Rauf bey başbakan atanmış. İkinci başkan olarak Dr. Rıza Nur gidiyor.
Hasan Hakkı GÖĞEZ
15.11.1992 – Küçükyalı