İslami toplum anlayışında ilme ve ahlaka verilen önemin her zaman azami titizlikle korunmuş olduğu bir gerçektir. Ortaçağın barbar Avrupasında ise durum tam tersidir. Yani ilimden, irfandan hatta insanlıktan bile haberleri yoktu. Reform hareketleriyle gözleri biraz açılan, sonra da ahlak ve insanlık ilkelerini çiğneyen Avrupa halkları mala, servete, sefahate tapar olmuşlardır. Onlarca, arzu edilen yaşam düzeninde şehvete, sarhoşluğa, dövüşmeye ve savaşa sınır koymak yoktur.
Ortaçağda İslam ülkelerinde sanat ve ticaret de ileri seviyedeydi. Üretilen mallar Avrupa pazarlarında adeta kapışılıyordu. Ticaret ve savaşlar yoluyla İslamiyet ile temas kuran Avrupalılar çaldıkları bilgileri laboratuvar araştırmalarına aktarmayı, sonra da enerjiyi makinaya uygulamayı başardılar. Artık keşifler zincirinin önü açılmıştı. Seri imalatın kazandırdığı maliyeti düşük ürünlerin pazarlanması Avrupalılar arası rekabetin artmasına ve zaman, zaman sıcak çatışmalara dahi neden olmaya başlamıştır. Avrupa’da yükselen dev bacalar ve görkemli limanlar dünya ticaret dengesini kendi lehlerine bozarak, geri kalan ülkeler üzerinde acımasız bir üstünlük kurmalarına vesile olmuştur. Böylece başlayan sömürgecilik yarışı hızla yeni keşfedilen kıtalara kadar yayılmıştır.
Gerek Selçuklu, gerekse Osmanlı zamanında medreseler harıl, harıl çalışırken bir taraftan da ülke sathına dağılmış değerli alimler aralarında kurdukları bağlar ve haberleşme sayesinde gençlerin ilmi kariyer yapmalarına yardımcı oluyorlardı. Yüzlerce ve binlerce km yolculukları göze alan genç, cebine koyduğu icazetnameyi ve mektubu yeni hocasına takdim ederek ne için, kimin tarafından gönderildiğini belgelemiş olurdu. Ta ki tahsilin (=eğitimin) sonuna gelinceye kadar bu meşakkatli (=zorlu) yolculuklara devam ederlerdi. 15-20 yıl gibi uzun bir zamanı kapsayan tahsil maratonu sonunda hocalık mesleği erozyona uğramaksızın asırlar boyunca varlığını sürdürebilmiştir. Bununla beraber büyük şehirlerde toplu tedrisatın yapıldığı ilim merkezlerinin sayısı da az değildir.
İstanbul’un fethiyle İslam ülkelerinin en büyük ilim merkezi böylece III’ncü Osmanlı payitahtı olmuştur. Fatih ve Süleymaniye medreselerinin benzeri o tarihte dünyanın hiçbir yerinde yoktu. Horasan ve Orta Asya’nın büyük şehirlerinde ki medreseler harıl, harıl ilim adamı yetiştirmede adeta birbirleriyle yarışıyorlardı. Asya steplerinden başlayıp Kuzey Afrika ve İspanya’ya kadar uzanan o görkemli medreseler sayesinde kuzey yarım küresi gerçek medeniyeti o beğenmediğimiz ortaçağda yaşamıştır. Bunlar sadece İslami bilgileri veya İslam hukukunu öğretmekle kalmamış; Tıp, matematik, trigonometri, astronomi, coğrafya, fizik, kimya vb. bilgileri de kapsıyordu.
“Ortaçağ karanlığı” deyimi, batının içimize kustuğu bir frengi mikrobudur. Bu karanlığı kendileri yaşamış, İslam kültürü çağın üzerinde kalmıştır. Özürleri kabahatlerinden büyüktür. Tam da bu çağda kuzey yarım küresini istila eden pırıl, pırıl bir medeniyet doğmuştu. Bütün insanlığı aydınlatmaya namzet bu güneş İslam medeniyeti veya “Medeniyet-i Muhammediyedir.” O nankörler birazcık adam sırasına geçtiklerinde, İslam medeniyetine dil uzatmaktan utanmadılar ve bizim gibi mazisini bilmeyen saflara da “Ortaçağ karanlığı” uydurukçasını yutturdular. Bizim bazı aklı evveller maalesef yutmaya çoktan hazırdılar.
Ben ilkokulu küçük bir kasabada 1931-1937 yıllarında okumuştum. Üçüncü sınıftan itibaren kendimi mazi düşmanlığı yapan bir ortamda buldum. Okulda sık, sık müsamereler düzenleniyor, eski okullar gülünç ve çirkin şekilde gösteriliyordu. Arap harfleri, Kuran dersleri alaylı bir şekilde resmediliyordu. Padişah düşmanlığı ise felaket seviyesindeydi. Eskinin her şeyi batıl inanç ve hurafe olarak ifade ediliyordu. Padişahlar, hocalar, vezirler, sadrazamlar hep örümcek kafalı insanlar oluyordu. Balıklara altın saçandan (Düzenleyenin notu; Sanırım Deli İbrahim’i kastediyor.) millete ve ülkeye hayır gelmeyeceği sık, sık tekrarlanıyordu. Bunlara bir de isim değiştirme (benzeştirme) rezaletini ekleyebiliriz. Tıpkı, Bulgarların Türklere uyguladığı asimilasyon hareketi bir şey..!
Asırlarca tevhidi ve fazileti baş tacı yapan köklü bir eğitimin yerini, ilhadın (=İslam ve Kuran’ın kurallarına karşı gelme) ve inkarın alması bir milletin uğrayacağı en büyük talihsizliktir. Böyle bir küfür ortamı içinde tam 27 sene beyinler yıkanarak ateizmin, kozmopolitliğin her şekli denenmiştir. Ezanın kaldırılması (Türkçe okunması), cumanın değişmesi hep bu düşüncenin ürünüdür. Toplumumuza arız olan saplantıların başında dinsizlik özentisinin rolü büyüktür. Türkiye’de yıllardır senaryosu henüz yazılmamış bir dram oynatılmaktadır. Bu dramın sonu nerde ve ne şekilde noktalanacaktır? Lütfen söyler misiniz?
Hasan Hakkı GÖĞEZ
05.10.1992