Yaşam boyu bedavaya harcadığımız en kıymetli servetimiz hiç şüphesiz boşa giden zaman ve sağlığımızdır. Zaman kaybının dünya ve ahiret için kişiye büyük sorumluluk ve yükümlülükler getirdiğini de hatırdan çıkarmamak lazımdır.
Dinlerin sultanı olan yüce İslamiyet en mükemmel uyarılarla bizi bu iki cevhere sahip olmaya davet etmiştir. Gel gelelim cehaletimiz bize bu daveti çoktan unutturmuştur. Müslümanlar, kendilerine her türlü üstünlüğü sağlayacak bu kabil kurallardan yoksun olsaydı, yani diğer dinler gibi safsata ve abest şeylerden ibaret bulunsaydı bu ümmetin hali nice olurdu? Şu işe bakın ki, gayri müslim milletler kendi dinlerinde bulunmayan böyle bir emri akılcı yoldan benimseyerek, maddi yoldan Müslümanlara üstünlük sağlamışlardır.
Son bir asırlık dönemin, çalışanlara neler kazandırdığı, uyuyanlara da neler kaybettirdiği gün gibi aşikardır. Eskiye oranla islâm dünyasında büyük bir farklılık olduğu şüphesizdir. Çeşitli iklim şartlarını içeren islâm ülkeleri, gerek doğal kaynaklarını işlemek, gerekse sahip oldukları insan potansiyeli bakımından erişmesi gereken noktanın çok altında kalmıştır. Suç kimde? Cehalete ve kolaycılığa kucak açan biz şuursuz Müslümanlardadır. Dini töhmet altına alma sevdasından bir türlü vazgeçmeyen içimizdeki sahte Müslümanlara bu fırsatı veren de yine bizleriz. (O tarihte “Siyasal islâm” kavramı henüz yaygınlaşmamıştı.)
Baş döndüren bir hızla ilerleyen teknolojiye yine uzaktan bakıyoruz. Bu teknolojiyi satın alma gücüne sahip ülkelerin çoğu Müslümanlardır. Petrolün getirdiği serveti iyi kullandıkları anlaşılıyor. Türkiye ise gırtlağına kadar borca batmasına mukabil (karşılık) yeterince bu fırsatlardan yararlanamamaktadır. Bizim için iki yol vardır; Ya para, ya da teknoloji. Taşıma suyla değirmen dönmeyeceğine göre ikinci yolu seçmek zorundayız. Bu da herhalde, yap- işlet- devret modeli gibi hazırcılığa yaslanmakla olmaz. Bizzat kendi insan kaynağımızla üretebilmenin uygun şartlarını oluşturmamız lazım.
Ülke nüfusumuzun sahip olduğu potansiyelin bugünkü durumunun mutlaka ilmi bir araştırması yapılmalıdır. Kırsal kesimde yaşayanlarla, şehirlerde yaşayanların bilgiye, sanata, sağlığa ve üretime dayalı mevcut kapasitesi geniş kapsamlı projeler için sağlıklı istatikler hazırlanmalıdır. Hatta bu meyanda orman ve tarım alanlarının iklim, toprak ve bitkisel özelliklerin de araştırması gerekir. Türkiye’nin besin kaynağı hayvan varlığı oluruna bırakılmaktan kurtarılmalıdır.
İlerlemiş ülkelerin istatiksel çalışmalara son derece önem verdikleri herkesin malumudur. Bu sahada yetişmiş uzman kadroları ve araştırma geliştirme için harcayacakları bol paraları vardır. Biz kalkınmayı laf- u güzafla (süslü laflarla) geçiştirmeye öylesine alışmışız ki, çağın gidişine ayak uydurmak zorumuza gidiyor.
Kalkınmanın pek çok temel unsuru ve alt yapı ihtiyacı vardır. İstatistiki çalışmalar belki de bunların başında gelir. Bir sanayi dalında atağa kalkıyoruz, köklü hazırlıklar yapılmadan temeller atılıyor, paralar harcanıyor, bir süre sonra bocalama safhası başlayınca hepsini yüz üstü bırakıp, “kader böyleymiş” diyoruz. Politik çıkarlara, saçma törenlere, şamataya neler feda edilmedi ki! Yine de yakamızı kurtarabilmiş değiliz.
Türkiye kaybettiği zaman bakımından kalkınmış ülkeleri elli yıl geriden izlemektedir. Bu iddiamı aşırı karamsarlığa yoranlar sayıca ne miktar olursa olsun gerçek ortadadır. Uluslararası yıllık gelir ortalaması ve gelir adaletsizliğinde Türkiye’nin yeri kaçıncı sıradadır? (Bilgisayar kullanmıyordu ve 2000 öncesinde internet bu kadar yaygın değildi.) Hele paramızın perişanlığı. Bu para ile serbest piyasa ekonomisinin kurulacağını sanmak, saflığın da ötesindedir. (1994 krizi sonrası) Katrilyona doğru tırmanışa geçen para maskaralığı her vatandaşa acı çektirmekte ve utandırmaktadır. Milli onurumuzu temsil eden paranın bu perişanlığından baştakilerin rahatsız olmaması akıl alacak gibi değil. Sanayisi hiç gelişmemiş dönemlerde Türkiye’nin parası bile dolarla yarışıyordu. Şu an paramız en az on bin defa küçülmüş, yirmi bine doğru yaklaşmaktadır.
Para hareketini, nüfus planlamasını bu derece oluruna bırakmak çok tehlikeli sonuçlar doğurur. Nitekim inkâr edilemez boyutlara ulaşan sosyal gerilim ve siyasi çalkantıların temelinde bu gerçek yatmaktadır. Kalkınmayı yap- işlet- devret modeline oturtan ekonomi kurmayları, bozulan diğer dengelere karşı hangi alternatifleri düşünüyorlar acaba?
Nüfusumuzun 70 milyona çıkması halinde altyapısız ve plansız kalkınmanın istenen hedeflere ulaşmakta engel teşkil edeceğine inanıyorum. Zaman, zaman nüfus patlamasının şehirlere akımı zorladığından ve büyükşehirlerde kontrolün elden çıkmasından yakınan demeçler duyuyoruz. Ülkenin geleceği ve ailede geçimin sağlanması için nüfus planlamasının mutlaka gerekli olduğuna işaret eden devlet adamlarımızın önerisi yerindeyse, bir an önce 70 milyona ulaşabilme hedefini nereye koyalım? Bu çelişkiye dünyanın başka bir ülkesinde rastlayacağımızı zannetmiyorum.
Ekonominin yapılanmasında temel unsur hiç şüphesiz yetişkin eğitimli insan gücüdür. Bu bakımdan çalışma yaşındakilerin özellikle ruh ve beden sağlığının mutlaka yerinde olması şarttır. Pasif nüfusu teşkil eden yaşlılara, çocuklara, ev kadınlarına bir de yüksek oranda engelli ve malûl eklenirse bu durumda kalkınma bir avuç insanın omuzlarında çekilmez yük olur. Çalışabilecek yaştaki nüfusa iş yaratmak, verimi artıracak bilgi, beceri ve donanıma özen göstermek, ciddi bir kalkınma hamlesinin en temel öğeleridir.
Toplum sağlığına yeterince değer verildiğini iddia edemeyiz. Uygarlık seviyesi önce çevre ve beden temizliği, sağlıklı yaşam koşulları ile gıda ve ilaçların devamlı kontrol altında tutulmasıyla bağlantılıdır. Sokaklarımız adeta tükürük hokkasına ve çöplüğe benzedikçe, bacalar ve egzozlar zehir kustukça, satıcı ve motor gürültüsüyle kafalar şiştikçe uygarlıktan ne derece haberdar olduğumuz da ortaya çıkar.
Bazılarının zannettiği gibi demokrasi bir başıbozukluk rejimi değildir. Herkes dilediği gibi konuşsun, aklına geleni yazsın çizsin, haysiyetlere ve milli çıkarlara dil uzatsın ama kimse ona dokunmasın. Olmaz öyle şey. Demokrasi; kültürü, toplum ahlakını ve ferdi münasebetleri geliştiren bir sistemdir. Demokrasi aynı zamanda hoşgörü ve tenkitlere karşı, sakin kalmayı emreden bir sistemdir. Yalana, asılsız iddialara, hele toplumun aldatılmasına kesinlikle izin vermez. Fikre karşı saygılı olmayı ister. Fikri tartışmalarda barbarca davranışlara asla ödün vermez. Velhasıl insan tabiatına uygun her türlü medeni ölçüyü kurallaştırmış bir sistemdir demokrasi. Bunlar islâmın temel felsefesinden alınmıştır.
Bu tanıtımı yaptıktan sonra akla gelen ilk soru şu oluyor; Acaba bizim toplumumuz böylesine ölçülü ve metotlu bir sisteme adapte olacak yeteneğe sahip mi? Değilse nasıl eğitilmeli ve ne kadar beklenmeli?
Kendileriyle siyasi, içtimai (sosyal) ve iktisadi konularda iş birliğine gitmeyi beklediğimiz batı demokrasisi, Türkiye’nin “nevi şahsına münhasır” rejimini terk etmesi için diretiyor. O zaman ya bağımsız bir ekonomi savaşı vererek Asya devletlerinin yolunu izleyeceğiz, ya da batının isteklerine boyun eğeceğiz. Bu kolay bir iş değildir. Çünkü aradan yeni kurallara göre yetişmiş 2-3 kuşak yetişmiştir.
1946’da çok partili sisteme geçildiği zaman yeterince hazırlıklı olmamamızın sonucu birçok tatsız olaylar yaşadık. Bu kabil ani dönüşler her bakımdan, herkes için sakıncalıdır. Zira yeni kararlar ve uygulamalar yönetimlerde ve halkta birtakım şaşkınlıklar ve taşkınlıklara neden olmaktadır. Bunlar Sevk- ü idare (yönetim) bilincine aykırı şeylerdir.
Bizim Avrupa Birliği içinde eşit şartlarda yer alma isteğimiz, onları da zor duruma sokmuştur. Türkiye’nin coğrafi yeri ve insan potansiyeli her ne kadar onlar tarafından aranılan bir husus olmakla beraber, Asya kökenli ve dini Müslüman olan tek ülke olarak bu birlik içinde bize yer göstermek istemiyorlar. Haksız da değiller. Eğer biz üç asır öncesinden başlayan gerilemeye kesin teşhis koyup da toparlanmayı becerebilseydik, herhalde geçmişin barbarları önünde yüzyıllardır diz çökmek zorunda kalmazdık. Önce biz onlara diz çöktürmüştük, sonra insiyatifi ele geçirdiler. Dünya uyuyanlara yar olmaz. Suç kendimizdedir.
Türkiye’nin yerleşim tablosu da bir başıbozukluk örneğidir. Bir tarafta mezra hayatı, bir tarafta göçerlik. Bu şartlar altında fırsat eşitliğine dayanan bir millet olmamız, insanımıza yeterli kültürü vermemiz nasıl mümkün olabilir?
Toplum ilişkilerinde, yönetimde, iş ve ticaret hayatımızda bizi ön sıraya çıkaracak en önemli şey ciddiyettir, disiplindir. İç dünyamızda bu hedefe ulaştıktan sonra, dış itibarımız için ter dökmemize gerek kalmaz.
HASAN HAKKI GÖĞEZ 1994 İSTANBUL