Zannedersem 70’li yılların başında ABD’nin Los Angeles şehrinde oturan 78’lik bir Ermeni’nin iki konsolosumuzu bahaneyle evine davet ederek katletmesi günlerce basınımıza manşet olmuştu. Bu Ermeni oraya Türkiye’den göç etmiştir. Olaydan sonra oranın eyalet mahkemesine teslim olan katile verilen beş yıllık hapis cezası altı ay sonra tecile uğrayarak tahliyeyle noktalanmıştır. Bu yargılamaya ve karara “gavur adaleti” demek en doğru olanıdır. Öldürülen kişiler sıradan Hristiyan cemaatine mensup bulunsalardı elbette sonuç böyle olmayacaktı ve daha akla yatkın bir kararla noktalanacaktı.

Adaletimizi “çağdışı” diye hor gören içimizdeki Truva atları bu rezalet karşısında acaba biraz olsun uyanabildiler mi dersiniz? Elbette hayır.! Konunun bize ders vermesi gereken tarafı ise daha ilginçtir. Bizim nesillerin dost ve düşmanını tanıyamayacak kadar bilgisiz ve ham yetiştirilmesi hepsinden daha acı bir gerçektir. Azınlıkların hepsi milliyetçilikte bizi sollamıştır. Özellikle hahamların ve papazların kontrolü altında yürütülen telkinlerle azınlık çocukları bilenmiş olarak yetişiyorlar. Bizim kibar hümanistler fanatizmin ne olduğunu gidip onlardan öğrensinler!

Latin kiliseleri koyu katoliktir ve Türk gençlerini Hristiyan yapmak hususunda yoğun bir faaliyet içindedirler. Rumların, Ermenilerin, Süryanilerin patrikleri ayrı olsa da aralarında tam bir uyum vardır. Bunun için özen gösterirler. Çünkü hepsi Ortodoks olup şovenlikte hedefleri aynıdır. Birbirlerini desteklemeyi ihmal etmezler. Türkiye’yi içten çökertmeyi hedef alan her türlü örgüte destek vermeyi görev kabul ederler. Los Angeles olayını basit bir zabıta vakası zanneden bizim aklı evvellerin katil Ermeni’nin korunmasında siyasi bir maksat olabileceği akıllarından bile geçmemiş olabilir. Aradan birkaç sene geçtikten sonra dış temsilcilerimizi seri halde katletmeye başlayan Asala örgütünün varlığıyla işin ciddiyeti nihayet daha net anlaşıldı. Ermeniler bu katliama 5-6 senedir ara verdiler ama PKK örgütünün baş destekçisi yine onlardır. T.C. yetkilileri bunu biliyorlar ama idarei maslahatçılığı da ihmal etmiyorlar. Hatta, Türkiye üzerinden Ermenistan’a yapılan dış yardımlara göz yummak, buğday ve enerji satmak gibi iyi niyet gösterileri de cabası. Türk siyasetinin bu tutarsızlıklarını gördükçe ileride şeytanların bile aklına gelmeyecek hainliklerle karşılaşırsak şaşırmamak gerekir.

Rus tehdidinin Türkiye’yi iyice rahatsız ettiği yıllarda sığınmacı politika izlemekten başka seçeneği kalmayan İsmet paşanın iyice uykuları kaçmış oldu. Batı ittifakının Yunanistan’a oldum olası kanat açtığını bilen paşa ilk etapta Rodos ve 12 ada konusunda ısrarcı olmamıştı. Zamanın Alman elçisi Von Papen’in uyarısına rağmen paşa kararından dönmedi. Maksat, henüz ittifakın içinde bulunan Rusya’yı daha doğrusu Stalin’i istilacı niyetinden vazgeçirmekti. Yunan kilisesinin siyasi kanadı derhal İngiltere ile temasa geçerek Ege adalarından Türkiye’ye iltica eden Yunanlıların Kıbrıs adasına göçünü sağladı. Çünkü, Ege adalarında ki Yunan nüfusu sıfıra inse dahi Türkiye’nin bunlar üzerinde hak iddia edemeyeceğine kesin olarak emindiler. Onlar için mühim olan husus Kıbrıs adasında ki Rum nüfusu çoğaltıp, Türklerin bıraktıkları toprakları ele geçirmekti. Böylece siyasi potansiyeli lehlerine çevirecekler ve İngilizlerle anlaşarak adayı ellerine geçireceklerdi. Kilisenin kurmay papazları çok iyi çalışıyordu. Bunlardan biri olan Makarios’un ne gibi dolaplar çevirerek cumhurbaşkanı olması her şeyi anlatmıyor mu?

Onların bu çalışmalarına engel olmak şöyle dursun, Türkiye’den yardım ve teşvik dahi gördüler. 1950’den sonra iyice kızışan Kıbrıs olaylarının terör kanadını “EOK” üstlenmişti.  Katliama girişen Rumların bu tavrı Türkiye’yi ancak harekete geçirebilmişti. D.P. iktidarının pasif direnişi Rumların azgınlığını arttırmaktan başka bir işe yaramamıştır. Başardıkları tek şey garantörlük ortaklığıdır. Bu hakkımızı 1974’de kullandığımız zaman Rumlar Türkiye’nin yayılmacı bir politika izlediğini tüm dünyaya yaydılar. Yunanistan’ın İngiltere ve Yunan kilisesiyle birlikte vardığı siyasi aşama maalesef dünyayı kandıracak bir seviyeye varmıştır. Haksız da olsalar çalışmalarını değerlendirmeyi başardılar. Bütün mesele davayı asker ayağı değmeden diplomasiyle çözebilmektir. Karşımıza çıkan zorlukların düğüm noktası da işte budur. 1946’da New York başpiskoposu olan Athenegoras, Saint Synode tarafından patrik seçilerek İstanbul’a getirilmiş ve patrikhanede yapılan taç giyme töreninden sonra makamına oturmuştur. ABD’nin o zaman ki başkanı Thuruman tarafından emrine tahsis edilen destroyer ile İstanbul’a gelen Athenegoras için yapılan bu tantananın esrarı bugün bile çözülmüş değildir. Hiçbir sorumlu makam olup bitenler için ağzını açıp tek kelime konuşmamıştır.

“Hilafet makamı” lağv edilirken patrikhanenin ne için buna karşılık gösterilmediğinin hesabı da meçhuller dizisinde zamanını bekliyor. Fatih, İstanbul’u henüz fetih etmeden Yunanistan denilen bir memleket zaten ortada yoktu. Bizans’ı hortlatmak amacıyla bunu paravana içine alanların maksatlarının ne olabileceğini anlamak bu derece zor muydu? Hatta Kıbrıs’a hırlayan Yunan’ın, karasularımıza sokulan adalara karşılık tutulması da mı akla gelmemiştir? Hiçbir iktidar böylesi aktif siyasete asla cesaret edememiştir. Hasma karşı el oğuşturup hiçbir noktaya varılamaz. Türkiye’nin bunlardan kurtulması için galiba bir an önce kıyametin kopmasını istemekten başka yapacak işi kalmamış. Olaylara bakış açımız adeta bizi bu düşünceye itmektedir.

Muhtemel bir Sovyet saldırısından çekinen batının haçlı damarı şimdi iyice kabardı. Rusya’nın hala büyük topraklara malik gücünün yarın ne şekil alacağı bilinmez. Dünya, istikrarsız bir dönem içinde bocalamaktadır. Türkiye dersen “50-60 yıl” önce atılan sloganların peşindedir. Yani dünya barışını korumaktan başka bir amacı yok. Haçlı düşüncesinin işine yarayan bu saplantı sonrasında dünyanın jandarmalığını yapmak bizimkiler için oldukça onurlu bir görev gibi görünse de, onlar bununla asla ilgilenmez. Doğu’da Ermenistan, batıda Yunanistan’ı kalkındırıp, Türkiye’yi bu ikisi arasında boğmaktan vazgeçmezler. Üçüncü güç olarak da Kürtleri kullanmayı ihmal etmeyeceklerdir. Nitekim Sevr antlaşmasında Kürt devleti sembolik de olsa kabul edilmişti.

Türkiye’nin yönetimi gittikçe kırık-dökük kadrolara teslim edilmek isteniyor. Toplum ahlakı dersen bozulsun bozulacağı kadar kıvamında. Çok az kimsede böyle bir endişe müşahede ediliyor. Velhasıl bozuk düzen, bozuk zihniyet ve umursamazlığın bu milleti nereye götürüp, nerede bırakacağını keşfetmeyi bizden sonrakiler araştırsınlar. Ancak her çalışan kafa ilerisi için ümit vermiyor.

Hasan Hakkı GÖĞEZ

1992- Küçükyalı

Bilgi paylaşınca güzel
X

Şifrenizi mi unuttunuz?

Bize Katılın