Her yıl Eylül başında tazelenen geleneksel adli yıl törenlerinde şeriat tehlikesi adıyla dindarlara mı, hükümete mi göz dağı verilmektedir? Kendilerini alkışlayanları gururla selamlayan hatipler, hükümet üyelerinin neden sessiz kaldığını görmezden gelirler. Sataşmanın nedeni hazmedilemeyen laiklik mi yoksa görevini yapmayan devlet erkanı mı?
Batılı dostlarımızdan bizim iki farkımız var; Biri Müslüman oluşumuz, diğeri onlar gibi sakin duramayışımız.
Batılı laiklik kavramını okula sokmaz. Biz, ilk okuldan üniversiteye kadar onu öğretmeye çalışırız. Laisizmin felsefesi yerine, toplumsal ve siyasal ahlak/ saygıyı öğretmeye çalışsak daha mı doğru olur? Maalesef batıda var ama bizde yok.
Anayasa mahkemesi, Yargıtay, Barolar birliği başkanlarının işler durumda olan çok sesli demokrasimize rağmen bir türlü kuşkuyu üzerlerinden atamayarak her sene gündeme getirmeleri normal kabul edilebilir mi? Demek ki ya millete güvenmiyorlar, ya da kendilerine.! Halbuki millet onlardan konuşmak yerine, varsa hukuki boşluklar için ileri adım atmalarını bekliyor. Ne büyük çelişki! Millet onlardan daha ileride olsa da yerlerinde sayıyorlar. Bu çağdaş görünümlü gericiler ülkeye elli yıl kaybettirmiş gafillerdir.
Müslümanı, Hristiyanı, Budisti, Ateisti vb. ile yeryüzüne dağılan milyarlarca insan kendi inanç ve kültürleri ile geleneklerini doyasıya yaşadıklarında daha mutlu olurlar. Hür yaşadıklarını iliklerine kadar hissederler. Sahip olunan haklarından birine konulan kısıtlama, toplumun özgürlüğüne yapılmış en büyük ve apaçık tecavüzdür. Bu kabil tecavüzleri milletçe uzun yıllar yaşadık, yaşıyoruz.
Çağımızda kamu haklarının korunması, yazılı ve sözlü evrensel ilkelerle belirlenmiştir. Birçok ülkenin federal hukuk sistemini tercih etmesi insana verilen değerin en açık kanıtıdır. Biz medeni kanunumuzu böyle bir ülkeden aldık ama merkeziyetçi kalmaktan vazgeçemedik. İşte gerçek hukukçuların görevi, böylesi yanlışları düzelterek toplumu rahatlatmaktır. Don Küşot’luk yapmak değil.
Batıda kamu yararına çıkartılacak yasaların önce manevi değerlerle ilgisi tartışılır, geriye doğru değil ileriye doğru geliştirilir. Bu kuralların uygulanmasına yüzyıllarca önce geçilmiştir. Bizim sözüm ona çağdaş! Hukukçularımız ve Siyasetçilerimiz hiçbir şey bilmiyorlarsa bile bu öğretilerden ders çıkartmayı öğrenmelidir.
Geçiş döneminin şaşkınlığında birçok vatan evladının gereksiz yere iplerde can verdiği, anaların ağladığı hala konuşulur. Kurunun yanında yaş da yanmıştır. Genç nesillere onlar vatan haini olarak tanıtılmıştır. Bugüne kadar bu şehitlerimiz ve kayıplarımızdan kaç tanesine iade-i itibar yapılabildi?
Memlekette bir ara Sünni- alevi çatışmasına tanık olduk. Bazılarına göre mezhep çağdışılıktır. Artık kaldırılması gerekir. Altmış sene önce bu gibi hezeyanlar yapıldığında tepkisiz kalan toplum artık uyandı. Din kimsenin oyuncağı değildir. Bir zamanın astığı astık dönemi, demokrasinin oturmasıyla birlikte artık geride kalmıştır. Her samimi inanç sahibi amelini aslına uygun icra edebilmelidir. Kimse onu yolundan ayırmamalı. Devletin asıl görevi inançlara ambargo koymak değil, bozguncuları bulup cezalandırmaktır.
Çok gariptir ki ülkeyi son on yıldır korkunç talana sürükleyenler en sonunda suçu KİT’lere yüklediler. KİT’ler sanki gözle görülmeyen cin tayfasının emrindeydi. Üstelik bu kurumlar artık zarar etmekten kurtulamaz fetvası verildi ya! Çal, çalabildiğin kadar. Kâr’da olanlar bile bir iki senede katmerli zarara uğratıldı. Bankalar iflas etti. Cebi dolanlar yurt dışına kaçtı. Mudi alacakları devletin üzerine yıkıldı ama devlette bunları ödeyecek güç yok. Talanda hissesi olanların savunması; “Serbest piyasa ekonomisine geçişte böyle yol kazaları olur.” Yani çalınan minareye kılıf uydurma gayreti. Bugünün devlet borcu yanında meşhur Düyun- u Umumiye hiç kalır. Şimdi herkes kara, kara düşünüyor; Düzlüğe çıkışı görebilecek miyiz diye. Tuzu kuru olanlar da “Türk milleti her zorluğun altından kalkmaya muktedirdir” diyerek keyif bağışlıyor.
Bizde millet malı yağması oldukça gerilere gider. Osmanlı’nın gerileme döneminde patlak veren Celali isyanları ve Yeniçeri ayaklanmaları devlete musallat olan israf, rüşvet, irtikap ve düzen bozukluğu gibi nedenlere dayanır. II Mahmut’un oğulları Abdülmecid ve Abdülaziz zamanlarında borç boyu aşmış ve ödenmesi gereken faizler hazineyi silip, süpürürken onlar yine savurganlığa devam etmişlerdi. Dinimiz israfa şiddetle karşıyken, nasıl bu kadar taviz verilmiş ve cesaret bulmuşlar? Bu israf batağı II Abdülhamit döneminde de devam etmiş ancak, babası ve amcasına göre daha ihtiyatlı davranılmıştır. V Mehmet Sultan Reşat siyasi basiret yönünden zaten yok hükmündeydi. Hazine perişan olarak girilen Balkan harbi ve Birinci dünya savaşında yenilen koca devlet, 1918’de imzaladığı Mondros anlaşmasıyla padişah hem kendini, hem de ülkeyi bitirmiştir.
II Meşrutiyetin ilanıyla İttihat ve Terakki Fırkası ile İtilaf Hürriyet Fırkası aktif siyasette yerini almıştır. Her iki fırka da şer odaklarının eline düşmekten kurtulamamış, ülkeyi kurtaracakları yerde parti çıkarları ağır basmıştır. Yeni padişahı teslim alanlar da onu çıkarları uğruna kullanmışlardır.
Mondros’u takiben vatanı işgale başlayan düşmanlara karşı vatanseverler silaha sarılarak, Kuvayı Milliye hareketini kurdular. Merkez Ankara olmuştur. Yarım çarıkla cepheye koşanları görmezden gelen bazı sivil ve askeri erkan maalesef bu zor şartlar altında dahi savurganlık alışkanlıklarına yenilmekten kurtulamamıştır. Bundan sonrası tarih kitaplarında bolca anlatıldığı için meraklıların arayıp bulması ümidiyle yazımı burada sonlandırıyorum. Eğriyi, doğruyu kaynaklarından bulup okumak ve öğrenmek hem güzel bir meşgale, hem de vatandaşlık borcudur. Okuyup öğrenmeye soğuk bakan toplumların aldatılması kolaydır.
HASAN HAKKI GÖĞEZ
15.09.1996