1868 yılında İngiltere başbakanı Benjamin Disraeli avam kamarasında yaptığı bir konuşmada beraberinde getirdiği bir kitabı hışımla havada sallayarak şöyle bağırmıştır; “Bu kitap var oldukça bize dünyada rahat yoktur.” Yahudi kökenli başbakanın nefretle elinde tuttuğu o kitap İngilizceye tercüme edilmiş Kuran’dan başkası değildi. Çoğunluk itibariyle Protestan olan parlamento üyeleri Disraeli’nin Yahudice düşüncelerinin belki farkına bile varmadan bu nefretin kısmen kendilerini de kapsamına alabileceğine ihtimal vermiş olacaklardır. Çünkü Kuran’ın İslam’dan başka dostu yoktur ve olamaz da. Gayrı müslümler için doğal saydığımız bu soğukluğun sadece Yahudi aklında şiddetli nefrete ve düşmanlığa dönüşmesi çok ilginçtir.

Yahudi (Siyonist) nefreti sadece İslam ve Kuran’ı hedef almış değildir. Kendinden olmayanlara (gohim) yani hayvan gözüyle bakılmasını emreden ırkçı ve fanatikler hakkında bugüne dek pek çok belgesel yayınlanmıştır. Buna rağmen insanlık alemi kendisi için hazırlanan sistemli tuzağı anlayamamış, ya da içine düştüğü safça umursamazlıktan kendini kurtaramıyor. Siyonist caniler her şeyin istedikleri biçimde geliştiğini pervasızca ilan ediyorlar ve kendilerine karşı koyabilecek hiçbir gücü tanımıyorlar. Onları asırlardır tedirgin eden tek engel vardır; Kuran ve İslam. İkibin yıl “ağlama duvarına” kafalarını dayayarak masum rolü yapanlar şimdi o duvara meserret (=zafer) duvarı diyerek önünde şenlikler düzenliyorlar. Çünkü Kudüs artık tamamen onlarındır. Dünyanın süper gücünü emirleri altına almışlar ve gohimleri nasıl köle gibi kullandıklarını ispat etmişlerdir. Gerçekten bu aşama azımsanacak bir başarı değildir.

Yahudi dehası.! Bir ahtapot gibi milletlerin hayat damarlarına vantuzlarını geçirmiş, onların ırkçı geçinenlerini de, dinci geçinenlerini de yerden yere vurmuştur. Milliyetçilik kavramı ufalanarak yok edilmiştir. Doğu- batı veya kuzey- güney şeklinde bazı siyasi egemenlikler bölünmüştür. Ülkelerin dış ve iç politikaları, ekonomisi, basını, parası, pulu kontrollerine geçmiştir. Asker politikacıların bazıları bile bu kadroya dahildir. Aksi halde yükselmelerine izin verilmez. Masonluk teşkilatı da onların sözünden çıkmaz.

Amerika filim yapımcılığı tamamen onların tekeline girmiştir. Kültürel yozlaşmayı yaymak için bundan azami şekilde yararlanırlar. İşte dünyanın içi başka, dışı başka trajikomik panoramasının hali budur.

Basit gibi görünen fakat ders almasını bilene çok şey öğreten iki olaya burada değinmeden geçemeyeceğim. İlki “Anna Frank’ın hatıra defteridir.” Hollanda’nın Alman işgali altında kaldığı yıllarda orada yaşayan bir Yahudi ailesinin küçük kızı tarafından tutulan notların önce bir roman, sonra senaryo şekline sokularak dünya kamuoyunu aldatma olayıdır. Bu hatıranın iki açıkgöz Yahudi tarafından tertip edildiği yıllar sonra ortaya çıkmıştır. Bu kitap yüzünden aralarında anlaşmazlık çıkan Yahudiler mahkemelik olmuş ve hakim önünde yaptıkları hileyi açığa vurmuşlardır. Kendilerini masum göstermek adına daha nice hileleri olduğunu Allah bilir.

İkinci olay ise gözlerimin önünde gerçekleşmiştir. 1952 mayısının bir Pazar tatilinde yolculuk ettiğim ada vapurunun güvertesinde ayrı, ayrı kanepelere oturmakta olan 7-8 mehmetçik bulunuyordu. Bir ara 12-13 yaşlarında iki çocuk peydahlandı ve askerlerin arasında dolaşmaya başladılar. Askerlere kin ve nefret duydukları tavırlarından rahatça anlaşılıyordu. Sonra aralarında güreşe benzer bir boğuşma gösterisi başladı. Her fırsatta birbirlerini askerler üzerine itip rahatsız ediyorlardı. Askerlerin bu iki yaramaza tek sözü “ülen rahat durun” demekten ibaretti. Bu gösteriye bir müddet sonra ara veren iki çocuk bana yakın bir kanepeye yan, yana oturdular ve bir şarkı mırıldanmaya başladılar. Arada şu sözler kulağıma geliyordu; “Türk’ün askeri tavşan yürekli.” Bunun bir Türk çocuğunun ağzından çıkmasının mümkün olmayacağının farkına vararak derhal yanlarına yaklaştım ve dikkatle yüzlerine baktım. Bir de ne göreyim çipil, çipil yüzüme bakanların ikisi de Yahudi çocuğu. Bu sefer iyice tepem attı ve askerlere dönerek bir dakika beni dinlemelerini istedim; “Evlatlar bu iki çocuğun devamlı olarak sizi niçin rahatsız ettiklerini şimdi daha iyi anladım. Bunlar gibi bazı Yahudi aileler ile Havralarda sürekli Türk düşmanlığı aşılıyorlar ve çevrelerine zarar vermeleri öğretiliyor. Bu nankörlüğün Allah belasını versin. Siz asker olarak müdahil olmayın. ..vb.”

Bu kısa nutuk oğlanları bir anda yere seriverdi. Dayak yemişten beter oldular. Süt dökmüş kedi gibi usulca yanımızdan uzaklaştılar. Zavallı Mehmetçikler şaşkın bir halde beni dinlediler ama boş bakışlarından bir şey anlamadıkları açıkça belli oluyordu. Çünkü onun yüreğinde nefret ve kinden eser yoktur. Kafasında ki düşman, silahla üzerine gelen hasım taraf askeri olarak yer etmiştir.

Müslümanların dostu da, düşmanı da vardır. Müslüman bunlarla olan ilişkilerinde farklı bir davranış veya usul gözetmeye mecburdur. Bunun ölçüsünü hadisi şeriflerde veya muteber dini eserlerde bulmamız mümkündür. Hele karşımızda ki yabancı bir Yahudi ise ona karşı daha tedbirli ve uyanık olmalıyız. Ayet ve hadisler Yahudi fıtratını bütün açıklığı ile bize anlatıyorlar. İşte onları rahatsız eden de bu ya.! Bir hadisi şerifte yüce peygamberimiz bize şu tavsiyede bulunuyor; “Cebinizde fukaraya sadaka verecek paranız yoksa, kafirlere lanet edin, sadaka yerine geçer.!” (Benim notum; Tüm dinlerde lanet ve kötülük men edilmiştir. Bu hadisi şerifin bazıları gibi sonradan uydurulmuş olup olmadığının sorumluluğu din alimlerinin işidir.)

İslam’ı yeterince bilmediğimiz için içtimai (=Toplumsal) hayatımızda bir sürü boşluklar oluşmaktadır. İşte çoluğu, çocuğu şımartan ve küstahlaştıran da yine bizim gafletimiz veya gereksiz hoşgörümüzdür. Özellikle de hahamların telkinleri konusunda birçok belgesel vardır. Ancak yukarıda ki yaşanan olayı kimse ABD veya bir batılı ülke askerine yapmaya cesaret edemez.

Bizde laik geçinen oportünistler, din eğitiminin gericilik veya boşa harcanan zaman olmadığını gidip peşinden koştukları kilise ve havralarda görsünler. Masonluğa giden yolun taşları bu dini kurumlarda verilen eğitimlerden geçer. Kendilerinden olmayanları asla kabul etmezler ama Kabalizm yöntemleriyle kendilerine bağlamayı amaç edinirler.

Şu ibret verici olayı da not edelim; 1950’de DP’den İstanbul milletvekili seçilen Av. Salamon Adato meclis müzakerelerinin elektrikli havaya büründüğü bir sırada bir milletvekilinin “Burayı Yahudi çarşısına çevirdiniz” demesi üzerine derhal kürsüye fırlayıp şöyle bağırdı; “Bu sözü söyleyen arkadaş burada bir Musevi vatandaşın varlığından galiba haberdar değil. Lütfen bu kürsüye gelsin ve sözünü derhal geri alsın. Bunu kendisinden istiyorum.” Yerine oturduktan sonra ismini hatırlayamadığım bu milletvekili kürsüye geldi ve Salamon’un isteğini fazlasıyla ifa ederek o da yerine oturdu.

1955 senesinde had safhada olan Türk- Yunan ilişkileri sonucu 6-7 eylül olayları çıkmış ve zararı sadece bize dokunan bir protesto gösterisi yapılmıştı. Olayın akabinde zamanın devlet bakanı Muammer Çavuşoğlu Nato müttefiki Yunanistan’ın gönlünü almak için İzmir’de ki Nato karargah direğinde dalgalanan Türk bayrağını kendi elleriyle indirdi ve Yunan bayrağını direğe çekti. Bu haysiyet kırıcı tarzı kara bir leke gibi hafızalardan çıkmayacaktır.

Muhterem okuyucularım. Pek çok dersler alınması gereken bu vb. tabloları, bir siyasi iktidarı kötülemek gayesiyle gözler önüne sermiş değilim. Hiçbir siyasi partiyle uzaktan, yakından ilişkim olmadı ve politikadan daima uzak kaldım. Bu bir mizaç ve prensip meselesidir. Benim üzerinde durmak istediğim asıl konu milli haysiyete önem verenlerle, vermeyenler arasında ki farkı olaylarla hatırlatmaktır.

“Hak verilmez, alınır” diye çok kullanılan bir deyim vardır. Bir ülkenin politikasında tavizlere fazla yer veriliyorsa sonu hüsrana gider. Türkiye’nin son üçyüz yıllık tarihinde yabancılara ne utanç verici ödünler verilmiş olduğu, memleketin nasıl mahvolmaya terkedildiği belgeleriyle sabittir. Onlardan ders alınmasını bilmez ve olayları unutursak bilin ki sonumuz hüsrandır.

Benjamin Disraeli, ırkının bugün eline geçirdiği saltanatı kullanmaktaki maharetini tahmin edebilseydi, belki bu derece telaş ve öfkeye kapılmazdı. Müslüman aleminde ki ölü sessizliğine bir de birbiriyle boğuşma da eklenmiştir. Örneğin Irak- İran savaşında Yahudilerin eline geçen fırsatların bilançosu korkunçtur. Masum Filistin halkının akıttığı kanın sorumlusu başta bu iki Müslüman devlettir. Ahiren diğer İslam devletleridir. Suudi Arabistan hazinesinden büyük paralar Irak’a akmıştır. Oradan da dolaylı yollardan silah karşılığı olarak İsrail’e akıp gitmiştir. Dünya böylesi utanç verici bir ahmaklık olayına henüz şahit olmamıştır.

Kainatın ve tüm insanlık aleminin tek hakimi olan Allah hiç şüphesiz her şeye kadirdir ve mutlak irade ona mahsustur. “Bu kitap var oldukça” dünya daha çoook şeyler görecek ve bu günün zalimleri birer fare gibi sinecek delik arayacaklardır. Allah’ın vaadine inananlar için çok büyük müjdeler vardır. Yeter ki istikametten delalete düşmüş bir kavim olmayalım. Yahova efsanesi ile dünyayı büyülemeye kalkan caniler, “bu kitap var oldukça” ilahi adlet önünde günün birinde mutlaka rüsvay (=rezil) olacaklardır. Disraeli’nin korkusu boşuna değildir. Allah’ın gazabı üzerlerine gelince, Yahova efsanesi de, dolar saltanatı da yağı bitmiş kandil gibi sönüp gidecektir.

Hasan Hakkı GÖĞEZ

1992

Bilgi paylaşınca güzel
X

Şifrenizi mi unuttunuz?

Bize Katılın